Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ESKİ dilde “yed-i tûlâ sahibi” diye bir deyim vardır ve “bir veya birkaç işi en iyi şekilde yapan, üstadlıkta zirvede bulunan kişi” demektir...

        “Bugünün yed-i tûlâ sahibi kimdir?” diye soracak olursanız, “Üstâd Niyazi Bey, yani Niyazi Sayın’dır” cevabını veririm ve sadece benim değil, İstanbul’un geleneksel kültür çevresi ile o çevrenin mensuplarını yakından bilen hemen herkesin cevabı bu olur.

        Niyazi Bey neyzendir, hattâ musiki tarihimizin tanıdığı en önemli neyzenlerdendir, son geleneksel sanatların tesbihten ebruya kadar birçok alanında o işlerin aynı şekilde hâlen en iyisidir; Fransızlar’ın “joie de vivre” yani “yaşama sevinci” dedikleri stilin de erbabı ve yemek, kuş, çiçek yetiştiricilik bahislerinin üstadıdır, hâsılı eski kültürün ve zevkli bir hayatın vücut bulmuş son bir-iki isminin başında gelir.

        Üstadın iç dünyasından ve inanç âleminden ise hiç bahsetmeyeyim, zira bu köşeye sığmaz ...

        Böyle büyük sanatkârların yüksek mertebeye gelmelerinde yeteneklerinin, hocalarının ve sıkı şekilde çalışmalarının yanında bir başka etken daha vardır: Yetiştikleri çevre...

        ÜSKÜDAR’IN ÜSTADLARI

        Niyazi Bey’in musikide ve diğer sanatlara yükselmesinde gençlik senelerinden itibaren içerisinde yaşadığı çevrenin, İstanbul’un imparatorluk kültürünü teneffüs etmiş olan son entellektüel muhitine mensup olanların önemli rolleri bulunur: Hattan ebruya, gül yetiştiriciliğinden okçuluğa kadar birçok dalda büyük üstad kabul edilen Necmeddin Okyay, tekke zarafetinin son temsilcilerinden Ali Fânî Dede, İstanbul’a mahsus Kur’an tavrının zirvelerinden olan Yeraltı Camii’nin İmamı Ali Efendi, ney üstadı Halil Dikmen, Eyüp’te şekillenmiş bir hayat felsefesinin son mümessilleri, daha birçok üstad ve hepsinin ötesinde imparatorluk zamanının entellektüel kültürünü devam ettiren münevverlerin mekânı bir semt, Üsküdar...

        İyi ve büyük sanatkârlar, gerçek entellektüellerin bulunduğu böyle çevrelerde bulunanlar arasından çıkar ve bu kural resimden edebiyata, musikiden mimariye kadar hemen her alanda geçerlidir. Meselâ, münevverler arasında yetişen yetenek sahibi musiki heveslisi zamanla “müzisyen” olur, sıradan bir muhitten çıkan ise sadece “çalgıcı”!

        Bu kuralın bir başka şartı daha vardır: O çevrenin “payitahtta”, yani başkentte olması! Klasik sanatlar dünyanın hemen her yerinde zirveye devletin yahut imparatorluğun payitahtında ulaşmışlardır; zira o devir sanatlarında “patronaj”ın, yani devlet büyüklerinin himayesi şarttır ve bu yer meselâ Avusturya’da nasıl Viyana ve Fransa’da Paris ise, bizde de İstanbul’dur. Dolayısı ile alaturka musikinin iyisi ve hakikisi asırlar boyunca sadece İstanbul’da yapılmış ve musiki, patronaj döneminin son neslinin arasında yetişen Niyazi Sayın gibi üstadların ardından artık çöküş devrine girmiştir. Bugün “Klasik Türk Musikisi” adı altındaki icranın sadece bir uğultudan ibaret olmasının sebebi de işte budur!

        ASIRLAR SONRASININ ÜSTADI

        Önceki gün Ankara’da, yeni Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’nin dağıtımı için yapılan törene katıldım.

        Ödüllerin kimlere verildiğini haberlerde görmüşsünüzdür: Hülya Koçyiğit’e, Alev Alatlı’ya, Prof. Engin Akarlı’ya, Diyanet Vakfı’nın yayınladığı İslam Ansiklopedisi’ne ve üstad Niyazi Sayın’a...

        Bugün Niyazi Bey hakkındaki bu yazıyı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan önceki gün aldığı ödül münasebeti ile yazdım...

        Üstad Niyazi Bey’e verilen Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü, bu büyük sanatkâra devletin en yüksek makamının gösterdiği vefa bakımından tabii ki son derece önemli bir harekettir ama Niyazi Sayın nefesi ile hissiyatının eseri olan erişilmez icrası ve ortaya koyduğu şaheserler sayesinde sonraki asırlarda da vârolmayı zaten çoktan başarmıştır!

        Diğer Yazılar