Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Cumhurbaşkanlığı’na tahsis edilecek olan Yıldız Sarayı, İstanbul’un en talihsiz binalarındandı. Yağmalandı, kumarhane yapıldı, değişik kuruluşlara tahsis edildi ve seneler içerisinde birçok yeri bakımsızlıktan harabeye döndü.

        Sultan Abdülhamid zamanında devletin otuz küsur sene boyunca idare merkezi olan Yıldız Sarayı, Cumhurbaşkanlığı’na tahsis edilecek ve ciddî bir restorasyonun ardından “Cumhurbaşkanlığı İstanbul Külliyesi” olacak.

        Yıldız Sarayı’nın bazı binaları ve korusu... Fotoğraf, 1990’ların sonunda bir ansiklopedi için çekilmişti.

        İstanbul, tarihinin büyük yağmalarından birini 1909 Nisan’ının son haftasında yaşadı...

        O senenin 13 Nisan’ında patlayan ve “31 Mart ayaklanması” diye bilinen isyanı bastırmak maksadıyla Selânik’ten yola çıkan Hareket Ordusu’nun ayaklanmaya son vermesinin ve Sultan Abdülhamid’in de 27 Nisan’da tahtından indirilip Selânik’e sürgüne gönderilmesinin ardından, otuz küsur sene boyunca devletin idare merkezi ve hükümdarın resmî ikametgâhı olan Yıldız Sarayı yağma edildi!

        Önce, Sultan Abdülhamid’e yabancı devlet başkanlarının gönderdiği yahut padişahın bizzat topladığı objelerden meydana gelen kolleksiyonlar talana uğradı, eşyalar kapanın elinde kaldı ve mobilyaların çoğu da başka yerlere gönderildi.

        İKİ ASIR ÖNCE BAŞLADI

        İçi neredeyse boşaltılmış hâle gelen Yıldız Sarayı’nı, son olarak 1918 ile 1922 arasında Sultan Vahideddin kullandı. Padişahın 1922 Kasım’ında Türkiye’yi terketmesinden birkaç sene sonra da olmayacak bir başka iş edildi ve sarayın bazı bölümleri uluslararası bir şirkete kiralanıp kumarhane yapıldı!

        İnşası 18. yüzyılın sonlarında başlayan ve yapılan ilâvelerle çehresi sık sık değişen Yıldız, Cumhuriyet döneminde değişik yerlere tahsis edildi, bir ara Harp Akademileri’ne verildi, kullanılmayan bölümleri harabe haline geldi, binalardan bazıları zamanla yıkıldı ve ayakta kalabilen bölümler de yeniden değişik kuruluşlara verildi.

        Sarayın yağmadan kurtulan tek bölümü, Sultan Abdülhamid’in özel kitaplığı oldu!..

        KÜTÜPHANEYİ KURTARDI

        “Yıldız Kütüphanesi” diye bilinen kitaplıkta satın alma yoluyla edinilmiş yahut Topkapı Sarayı’ndan getirilmiş birbirinden kıymetli binlerce elyazması eser vardı ve kütüphanenin “hafız-ı kütüplüğünü”, yani müdürlüğünü önde gelen bir Arnavut ailenin mensubu ve şeyh olan Kalkandelenli Sabri Efendi yapıyordu.

        Hareket Ordusu’na mensup bir grup Arnavut asker yağma sırasında kütüphaneye de girmek isteyince Sabri Efendi “Önce beni çiğneyin” deyip eşiğe yattı, Sabri Efendi’yi tanıyan askerler “Aman şeyhim, estağfirullah” diyerek çekildiler ve kitaplar kurtuldu.

        Kütüphane, Cumhuriyet’in ilânından sonra İstanbul Üniversitesi’ne bağlandı, kitaplar Bayezit’teki binaya nakledildi, Sabri Efendi’nin oğlu Nurettin Kalkandelen ileriki senelerde müdürlüğe getirildi ve 1970’lere kadar görev yaptı. Ama, uzun yıllar İstanbul’un önde gelen kültür merkezlerinden olan kütüphane 28 Şubat’tan sonra 31 Mart’tan beter günler yaşadı, eski Türkçe kitapların çoğu “harf devrimine aykırı oldukları” iddiası ile mahzenlere atıldı, üstüne üstlük bina 1999 depreminde hasar gördü ve yeniden kullanılır hâle gelmesi seneler sonra mümkün olabildi.

        Yıldız Sarayı’nın macerasını burada ayrıntıları ile anlatmama gerek yok, merak edenler ansiklopedilere yahut Yıldız Sarayı Vakfı’nın yayınlarına müracaat eder ve saray hakkında merak ettikleri daha birçok konu hakkında bilgi sahibi olabilirler...

        31 Mart sonrasında hazırlanan bir albümden: Selânik’ten gelen jandarma subayları, Çit Kasrı’nın önünde.

        Selânik’ten 31 Mart isyanını bastırmak için gelen jandarma subayları, Yıldız Sarayı’nın havuzunda.

        KOLTUKLARIN MEKÂNI

        Sadece şu kadarını söyleyeyim: Sultan Abdülhamid’in imparatorluğu otuz küsur sene boyunca idare ettiği Yıldız’daki ilk ciddî restorasyon “Büyük Mabeyn” isimli köşkte yapıldı, kısa bir müddet önce tamamlandı ve köşk Cumhurbaşkanlığı’na tahsis edildi...

        Hani, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Almanya Başbakanı Angela Merkel’in geçenlerde oturdukları ve “hilâlleri sonradan konmuş” zannedilen 19. Asır Fransız malı “ampir” koltukların bulunduğu bina var ya, işte orası...

        Şimdi, Yıldız’ın tamamı Cumhurbaşkanlığı’na tahsis edilecek, başka yerlere tahsisli binalar boşaltılıp ciddî bir restorasyondan geçirilecek ve Sultan Abdülhamid’in Yıldız’ı, bir asırdan daha fazla zaman sonra ayağa kaldırılıp “Cumhurbaşkanlığı İstanbul Külliyesi” yapılacak...

        DOLMABAHÇE OLMADI

        Ben, cumhurbaşkanlarının 1960’a kadar kullandıkları Dolmabahçe Sarayı’nın yeniden Cumhurbaşkanlığı’nın İstanbul Ofisi olmasını isterdim ama bu iş bazı teknik sebepler yüzünden yapılamadı ve Yıldız’ın canlandırılması tercih edildi.

        Daha önce defalarca yazmıştım, şimdi de tekrar edeyim: Türkiye’nin imparatorluk günlerinde idare merkezi olan şatafatlı sarayların bugün de kullanılması geçmişimizin asırlar öncesine uzandığını ve imparatorluğun vârisi olduğumuzu cihana gösterecek mükemmel bir vasıtadır!

        ABDÜLHAMİD'İN OĞLU YAZIYOR: "YILDIZ'DAN 'YILAN YAVRUSU' DİYE KAPI DIŞARI EDİLDİM"

        Şehzade Mehmed Âbid Efendi, Sultan Abdülhamid’in en küçük oğluydu.

        1905’te Yıldız Sarayı’nda dünyaya geldi, 1924’te Osmanoğlu ailesi ile beraber sürgüne gönderildi, geçinebilmek için Fransa’da kapı kapı dolaşıp sabun sattı, yaşlılığında Suudi Arabistan’ın o zamanki kralı Faysal’ın bağladığı mütevazi bir aylıkla geçinmeye çalıştı ve hayata Beyrut’ta 1973’te veda etti.

        Âbid Efendi sürgün senelerinde meşhur tarihçi İsmail Hâmi Danişmend ile senelerce yazışmış, hayatını ve babası Sultan Abdülhamid hakkındaki düşüncelerini yazmıştı...

        ALBAYIN NEZAKETİ

        Bu mektuplar şimdi bende bulunuyor...

        Aşağıda, Şehzade Âbid Efendi’nin İsmail Hâmi Danişmend’e Paris yakınlarındaki Soisy’den 14 Nisan 1954’te gönderdiği ve 1909 Nisan’ında tahttan indirilen babası Sultan Abdülhamid ile beraberce Selânik’e sürgüne gidişlerinden bahsettiği mektubunun bazı bölümlerini naklediyorum:

        “Pek muhterem Hâmi Beyefendi,

        Sizi epeyce bir zaman beklettikten sonra, işte arzu buyurulan muhtırayı takdim ediyorum. Evvelce de arzetmiştim. Ne çocukluğumda, ne de sonraları hiçbir hâtıramı kâğıt üzerine tesbit etmeyi düşünmemiştim. Şimdi ancak hafızamı zorlayarak, âdetâ kazarak böyle bildiğim şeyleri her türlü irtibattan mahrum bir halde nakle gayret edeceğim. ...Selânik’e gidişimizde 3.5 yaşında idim. Ondan evvelki Yıldız hayatımdan bittabi hiçbirşey hatırlamıyorum. Ancak zihnimde saraydan Sirkeci’ye yahut Selânik Garı’ndan Alâtini Köşkü’ne kapalı bir araba içinde gidişimize ait müphem (belirsiz) bir hayal kalmış. Fakat karanlık bir araba içinde babamın karşısında oturduğumu ve bilhassa babamın siyah sakalını hâlâ görüyor gibiyim. Arabada siyah çarşaflı iki kadın vardı. Biri annem, diğeri de hemşiremin tanıdığınız vâlidesi olacak...

        Alâtini Köşkü’ne duhûlümüzü (girişimizi) hatırlamıyorum. Annemin kucağında uykuda imişim. Sonradan işittiğime nazaran, beni taşımaktan annemin yorgun düştüğünün nasılsa farkına varan bir zabit, ki Emniyet-i Umumiye Müdürü Miralay Galib Bey (sonra paşa) imiş, beni annemin kucağından almak nezaketini göstermiş ve alırken de anneme ‘Verin bana şu yılan yavrusunu!’ demiş... Anlaşılan, tam mânâsıyla bir centilmenmiş bu kahraman-ı hürriyet! Bunu söyleyen Hareket Ordusu’nun genç ve toy subaylarından biri olsaydı affederdim, lâkin bu adam o zaman miralay (albay) idi ve en az kırk yaşında idi...

        O arada Ali Fethi Bey de (Okyar) bir defa beni kucağına almış. Fakat bu zât ‘Zavallı çocuk!’ demiş, hattâ gözünden de bir damla yaş düşmüş.

        Abdülhamid’in en küçük oğlu Şehzade Âbid Efendi.

        ‘BABANA KÜFRET’ DEDİLER

        ...Bir vekilharç Hasan Efendi vardı. Haremin çarşıdan aldırdığı şeyler, onun vasıtasıyla gelirdi. O da, dışarıdan getirdiğini zâbitlerin huzurunda harem ağalarına teslim eder, onlar da hareme götürürlerdi. ...Birgün bana yeşil, mavi, sarı, rengârenk oyuncak bastonlar getirmiş. Zâbitlerin (subayların) yanında bana

        verecek. Ben de her nedense bu değneklere pek imrenirdim. Bahçedeyiz, tam değnekler bana verileceği sırada, zâbitler (subaylar) tutturdular: ‘Git babana ‘eşek’ de. Demezsen, değnekleri vermeyeceğiz’. Ben de bu sözün fena bir şey olduğunu hissediyordum.

        Fakat, değneklerde de gözüm var. Nihayet, ağlaya ağlaya köşke gidiyorum. Hareme girdim. Bereket versin, karşıma Gülşen Kalfa çıkıyor, bana ‘Efendi, niçin böyle ağlıyorsun?’ diye soruyor. Ben de meseleyi anlatıyorum. O da beni ‘A, hiç öyle şey olur mu? Sana yakışır mı?’ diye bir güzel haşlıyor. Ben de o sayede babama gidip o hezeyanı etmiyorum. Maamafih, sonunda değnekler yine elime geçti. Galiba zâbitler nihayet yaptıklarına utandılar ve değnekleri verdiler. Maalesef zabitlerden hangisi idi bana bunu söyletmek isteyen, hatırlamıyorum”.

        Diğer Yazılar