Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Soğuk Savaş dönemindeki yerimiz malum. Batı bloğunda, NATO şemsiyesi altında ve Sovyet tehdidine karşı bir denge unsuru.

        1984’le başlayan PKK terörü, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra farklı boyut ve ölçekler kazanarak devam etti.

        Bu duruma, ABD’nin yakın coğrafyamızdaki aktif rolünün ve operasyonlarının eşlik ettiğini de hatırlayalım. Başka bir ifadeyle, ABD’nin bölgemizdeki operasyonları ve arayışları, sürekli Türkiye aleyhine gelişmeler ortaya çıkardı.

        Hazır Soğuk Savaş demişken, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, ciddi bir çöküş yaşayan Rusya, özellikle Putin’in liderliğiyle toparlanma sürecine girdi. Öyle ki uluslararası sistemden yeniden pay isteme noktasına geldi. Sonuçları savaş olarak karşımızda.

        Bugün Türkiye’nin Rusya-Ukrayna savaşı ve beraberinde NATO’nun genişleme politikası karşısında oluşturmak istediği dengenin ne denli zor ve hassas olduğuna bu tarihsel akışla bakmak yerinde olacak.

        ABD-RUSYA REKABETİ VE TÜRKİYE

        ABD, önce Afganistan, ardından Irak operasyonlarıyla gerek İslam dünyasında, gerekse Türkiye’nin yakın coğrafyasında dengeleri alt üst etti.

        PKK’nın sözde liderinin Türkiye’ye getirilmesinin ardından sarsılan terör örgütü, küresel ve bölgesel ölçekteki desteklerle yeniden aktif bir tehdide dönüştü.

        Yaralarını saran Rusya, yeniden Ortadoğu’ya, Kafkaslar’a, Balkanlar’a uzanırken, Kırım’ı işgal ederek ABD ile rekabet alanlarını genişletti.

        Suriye’de başlayan iç savaş, Rusya’nın sıcak deniz emellerine kapı açınca, İran’ın bu ülkedeki derin nüfuzunu da yanına alarak Beşar Esad’ı ayakta tuttu.

        SÜREÇ MÜZAKEREYE AÇIK

        Görüldüğü gibi, ABD ve Rusya’nın çatışma ya da rekabet halinde bulunduğu her alan, Türkiye’ye doğrudan etkileyen özellikler taşıyor. Bunun getirdiği iki sonuç var.

        Birincisi Türkiye’nin stratejik öneminin hiç olmadığı kadar artması. İkincisi, bu durumun ülkemizin iç dinamiklerinin yanı sıra, bölgesel ve küresel ölçekteki tercihlerini etkilemesi.

        NATO’nun, İsveç ve Finlandiya’yı üyeliğe davet etmesine Ankara’nın karşı hamlesi, yakın tarihimizde benzeri olmayan ve kaderimizi etkileyecek gelişmeleri hızlandıracak.

        Tam bu noktada, aceleci ve bir o kadar da tehlikeli bulduğum bazı yaklaşımlara dikkat çekmek istiyorum.

        NATO, kuşkusuz küresel kamplaşmanın pek çok bakımdan en büyük örgütlenmelerinden biri. Elbette kolayca girilip çıkılacak bir fikir kulübü de değil.

        Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ifade edilen karşı çıkışın ardından, Amerikan yönetiminin İsveç ve Finlandiya’yı üst düzeyde ağırlaması, NATO Genel Sekreteri ve ilgili muhataplardan gelen açıklamalar önümüze şöyle bir tablo çıkarıyor.

        Batı ittifakının ana aktörleri, genişleme ve yeni üyeler adımından geri dönmeye niyetli değiller.

        Ancak Türkiye’nin ikna edilmesi için kullanılan dil, iki üye adayının sürecin başındaki çömez tepkileri bir yana bırakılırsa, hayli dikkatli ve müzakereye açık görünüyor.

        Terörden maddi ve manevi inanılmaz zararlar gören, halen bu tehditle uydu yapılar üzerinden karşı karşıya olan bir ülkenin, böyle bir zeminde endişelerini dile getirmesini yadırgamak akla ziyan elbette.

        Bu yetmezmiş gibi ABD’nin Yunanistan’la kol kola ve Helen mirasını göklere çıkararak verdiği kareler, bu ülke üzerinden gerçekleşen askeri konuşlanmalar, niyetler açısından fazlasıyla fikir veriyor herkese.

        SURİYE’DE İRAN’LA REKABET

        Bunlara rağmen önceliğimiz, Türkiye’nin NATO’daki yerini, gücünü ve geleceğini sağlıklı bir zeminde tartışmak ve tanımlamak olmalı.

        “Artık NATO’da sayılmayız, kendimize yeni bir yol çizelim” yaklaşımının, hele bunun “yeni yol arkadaşım Rusya” çizgisine taşınmasının hiçbir makul yanı yok.

        Bu büyük çatışmada dikkat etmemiz gereken bir konu daha var.

        “Rusya Suriye’den çekiliyor, orada ortaya çıkan boşluğu biz dolduralım, İran’a alan bırakmayalım” gibi tezlerin, bizi yeni çatışma alanlarına sürükleme ihtimalini gözden kaçırmayalım.

        Rusya’nın ne düzeyde çekildiği zaten tartışmalı. Kaldı ki iddia edilen boşlukta, 40 yıldır bu ülkede pek çok alanda var olan ve rejimle askeri, istihbari ve ekonomik işbirliği yapan İran’la rekabete girmek akıllıca bir hamle olamaz.

        Suriye sınırında oluşturduğumuz güvenli bölgelerle ilgili kararlılığımızı sürdürmek, bu alanda yeni ittifaklar oluşturacak siyasi hamleler yapmak önceliğimiz olmalı. Şam üzerinde yeni çatışmalar aramak değil.

        NATO konusunda başka avantajlarımız da var. Bir sonraki yazıya bırakalım onları da.

        Diğer Yazılar