Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        15 Temmuz…

        Türkiye’de bir darbe girişiminin, bizzat millet eliyle bertaraf edilmesinin yıldönümü.

        Bu başlık altında çok şey konuştuğumuzu düşünenler, enine boyuna ele aldığımızı varsayanlar kesinlikle yanılıyor.

        Milletin feraset ve gayreti, siyasi iradenin, özellikle Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dirayeti ve cesaretiyle üstesinden geldiğimiz bu darbe girişimi, hak ettiği kadar analiz edilmedi.

        Uluslararası ilişkilerden, içinde bulunduğumuz ittifaklara, Soğuk Savaş döneminden din-devlet ilişkilerine, siyasetten hayatın tüm alanlarına kadar konuşmamız gereken bir konuda ya suskunluk ya da günü kurtarma kabilinden yaklaşımlar var.

        SİYASET DEĞİL, BÜROKRASİ

        Adı sömürgeciler tarafından “Ortadoğu” olarak konulan bir coğrafyada yaşıyoruz. Burası I. Dünya Savaşı sonrası yapılan düzenlemelerde her zaman özel bir ilgi alanı olmuştur.

        II. Dünya Savaşı sonrasında esen demokrasi rüzgarlarının Türkiye perdesi, millet iradesiyle seçilen iktidarın darbeyle indirilmesiyle kapanmış, Yassıada cinayetleriyle sarılması güç bir yaraya dönüşmüştür.

        Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından, yine bulunduğumuz coğrafya, özellikle de Türkiye, “yeni düzenleme” arayışlarının merkezi olmuş, bunun için devleti sarıp sarmalayan zehirli bir sarmaşık beslenip büyütülmüştür.

        15 Temmuz gecesi, o zehirli sarmaşığın gücünün ve elinin nerelere uzandığını hep birlikte gördük.

        Soğuk Savaş döneminde devşirilen, özel ilgiyle şekillendirilen “cemaat”, 1990’lar itibarıyla bir anda eski SSCB coğrafyasında boy göstermiş, gittikleri her yerde bir şekilde önleri açılmış ve etkinlik kazanmıştır.

        Ülke içinde ise özelde muhafazakar sağ iktidarlarla, genelde birkaç istisna dışında siyasetin tüm katmanlarıyla sivil toplum şemsiyesi altında yakınlık kurmuş, ancak aktif siyasete mesafeli durmuştur.

        Zira malum yapının asıl ilgi alanı bürokrasidir ve düşündüğümüzden çok daha erken tarihlerde, istisnasız tüm alanlarda adım adım bir yapılanmaya gitmiştir.

        Siyaset değişmiş, iktidarlar gelip gitmiş, ancak bu yapılanma hız kesmemiştir.

        Bunun uluslararası bir destek ve “akıl” olmadan bu denli yol almasının mümkün olmadığını söylemek bile fazla.

        Orta-Asya ve Kafkasya ile başlayan nüfuz alanları, zamanla Afrika’ya ve dünyanın dört bir yanına yayılmış, okul projeleri üzerinden Türkiye’de de sempati duyulan faaliyetler haline getirilmiştir.

        Bu hikaye uzun.

        Ancak şunu söylemezsek eksik kalır, hem de en can alıcı yanı.

        Bu tarz yapılanmalara hayat veren ne yazık ki öncelikle siyasetin onların gücüne tamah etmesidir.

        Nitekim aynı durum AK Parti için de fazlasıyla geçerlidir. Örgütün, özellikle uluslararası düzeydeki lobi gücü bunda fazlasıyla etkili olmuştur. Merhum Necmettin Erbakan’ın büyük ferasetiyle kapıdan pencereden içeri sokmadığı bu örgüt, siyasetin diğer alanlarında ciddi bir etkinlik alanı elde etmiştir.

        Birkaç istisna dışında aktif siyasete katılmaya bile gerek görmemişlerdir.

        Çünkü ne yazık ki darbelerle örülü yakın tarihimizi, bunun dinamiklerini ve vesayet sistemini doğru analiz ederek asıl güç merkezi olan bürokrasiyi hedeflemişlerdir.

        TSK, yargı, emniyet, eğitim, sağlık, maliye ve aklınıza gelebilecek tüm kritik alanlarda.

        ERDOĞAN VE FETÖ

        Şimdi yazacağıma kuşkusuz tepkiler gelecektir, ama FETÖ denilen yapı AK Parti’nin ilk gününden itibaren Erdoğan’a mesafeli, hatta düşmanca bir tutum içinde olmuştur. Erdoğan’ın da onlara güvenmediği bir hakikattir.

        Ancak 2002’den itibaren genel anlamda bu yakınlık devam etmiş, 2011’e kadar da bir şekilde “cemaat” iktidarı yönlendirme ve etkileme kapasitesini korumuş, ne yazık ki bazı alanlarda “paralel devlet” değil, bizzat “devlet” gibi davranacak güce erişmiştir.

        15 Temmuz’daki kararlı tutumuyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konudaki tavrı ve duruşu elbette nettir.

        Erdoğan’ın daha ilk seçimde (2002) aday olamamasından tutun, 2007’deki kapatma davasına kadar pek çok hamle, bizzat bu yapı eliyle “Erdoğansız AK Parti” projesi olarak yürütülmüştür.

        MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a yönelik hamleleri, Türkiye’nin çözüm sürecini zehirleyen ittifakın içinde olmaları, Suriye politikasındaki olumsuz rolleri ve nihayet 17-25 Aralık’ta açıkça savaş ilan etmeleri.

        Hepsi bunun parçalarıdır.

        Bu yapının palazlanmasında haklı olarak eleştirsek de, Türkiye’nin bu zehirli sarmaşıktan önemli ölçüde kurtulmasını borçlu olduğumuz isim de Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır.

        Neden FETÖ onu başından itibaren tasfiye etmek istemiştir sorusunun cevabına, Türkiye’nin yıllar geçtikçe bağımsızlaşan, uluslararası örgütlere ve bizzat içinde yer aldığı ittifaklara yönelik itirazlar içeren dış politikasını da eklemek gerekiyor.

        AK Parti’nin gövdesine iliştirilen ve onu yönlendirip kontrol etmesi istenen örgüt, istediğini alamayınca onu yok etme hamlesine kalkışmıştır.

        ALINACAK ÇOK MESAFE VAR

        15 Temmuz gecesine uzanan hikayenin o kadar çok boyutu var ki, sadece birkaçını aktarabildim.

        Bu tür yapıların tekrar sistemde yer bulmaması içine gerekenleri ayrıca konuşmalıyız. Yine de iki öneriyle tamamlayayım yazıyı.

        Birincisi, bu mesele din-devlet ilişkileri ve dindarlar boyutundan çok daha geniş bir alanda ele alınmayı hak ediyor. Aksi takdirde dindar insanlara yönelik haksız ve anlamsız yaklaşımlarla, sorun daha da içinden çıkılmaz hale gelebilir.

        İkincisi, 15 Temmuz sonrası beni en çok umutlandıran, ancak siyasetin yeniden gerginleşmesiyle ortadan kalkan Yenikapı Ruhu’nun tekrar canlandırılması.

        Hayal gibi gelebilir. Ancak geniş bir siyasi mutabakat sağlamadan bu sorunlarla başa çıkmak gerçekten mümkün değil.

        15 Temmuz gecesinin aziz şehitlerini rahmetle anıyor, gazilerimizi hürmetle selamlıyorum.

        Diğer Yazılar