Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bayram tatili uzayınca ben de bunu fırsat bilip yıllık iznimin bir bölümünü kullandım…

        Ama lafta bir izin olmadı bu benim için.

        Gerçekten izin yaptım.

        Bu yazıya başlamadan hepi topu 6 saat önce girdim internete ve o saate kadar zinhar girip çıkmadığım Twitter ve Facebook gibi etkin sosyal medya adreslerine bakmaya başladım.

        Ancak toplam 10 günlük süre zarfında hem zihinsel hem de fiziksel olarak yok ettiğimi düşündüğüm yorgunluklarım, Cumartesi Anneleri’nin eylemine yapılan müdahaleyi gösteren fotoğraflar karşısında olduğu gibi geri yüklendi.

        Hele hele de 1995 yılında oğlu Hasan Ocak’ın cesedini kimsesizler mezarlığında bulan ve o günden beri oğlunun katillerinin bulunması için eylem yapan Emine Ocak’ın polisler tarafından gözaltına alındığını gösteren o kare… Sadece benim değil, tüm vicdan sahiplerinin yüreğini sızlattı…

        İçişleri Bakanlığı’nın gerekçesi ne olursa olsun anlam veremedim açıkçası bu müdahaleye…

        Olmadı bence!

        Bırakın oğlunun kim ya da kimler tarafından öldürüldüğünü öğrenmek için her cumartesi Galatasaray Lisesi önünde eylem yapan Emine Ana’nın polisler tarafından gözaltına alındığını gösteren o fotoğrafların vicdanları yaralaması meselesini… Bu müdahalenin bir sosyal devlet anlayışıyla bağdaşıp bağdaşmadığı tartışmalarını filan da bir yana koyun… Onlar için değilse bile tek bir şey için… FETÖ’cüler başta olmak üzere son yıllarda Türkiye’nin dış dünyadaki imajının yerle bir olması için gayret veren terör örgütleri, hain lobilerin yüzünü güldürmemek için bile böyle bir müdahale yapılmamalıydı.

        Bu arada… Dün yazıya başlamadan az evvel İçişleri Bakanımız Süleyman Soylu’nun Cumartesi Anneleri eylemine müdahaleye ilişkin yaptığı açıklamayı okudum. Çok eskilerden gelen tanışıklığımızın, komşuluk dahil özel hukukumuzun olduğu Soylu’nun açıklamasındaki, “Çok affedersiniz bu kişiler Eminönü’nde gezerken mi kayboldular? ” ifadelerini şaşkınlıkla karşıladım.

        Neden?

        Çünkü Bakan Soylu, 1990’lı yıllarda Doğru Yol Partisi gençlik kollarında aktif siyaset yapan biridir. Tanışıklığımız da zaten oralara dayanır. Ben de o yıllarda üniversite öğrencisiydim ve SHP’de gençlik kollarında siyaset yapıyordum. Çok kaotik, karanlık günlerdi o günler. O yıllarda yargısız infazların, kayıpların, işkencelerin nasıl kol gezdiğini ve insanların kah Eminönü’nde gezerken, kah gece yarısı karısının koynundayken alınıp, “derin devlet” denilen mafyatik yapılar tarafından nasıl yok edildiğine şahit olduk hep beraber.

        Ve bu acımasızlığı, yani oğlunu, eşini, kardeşini o karanlık 90’lı yıllarda kurban vermiş insanların gerçeğini anlayan ve acılarını ilk paylaşan devlet adamı da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmuştur. Cumartesi Anneleri’ni, diğer yakınlarıyla birlikte 2011 yılında bizzat makamında kabul eden Erdoğan’ın ve eşi Emine Erdoğan’ın; “Acılarınızı dindireceğiz” dediği gün Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli bir milattır.

        Dolayısıyla Sayın Bakan Soylu’nun açıklamalarını çok talihsiz bulduğumu belirtmek istiyorum.

        Ha bir şey daha var...

        Bakan Soylu aynı açıklamada, “Anneliğin istismarına izin veremeyiz daha fazla” ifadesini kullanarak müdahaleyi savunmuş. Soylu’ya bu konuda da katılmadığımı söylemek isterim. Doğrudur. Bu tür eylemcileri, eylemleri kötü niyetli siyasiler ya da yasa dışı örgütler istismar etmek isterler. Ederler de ancak babalıkta nasıldır bilmiyorum bu iş ama bir ana olarak söylüyorum; “Hiçbir anne kim vurduya gitmiş evladının ölümü üzerinden istismara kalkışmaz! Hiçbir ana!”

        ***

        “Olanda bir hayır vardır” diye boşa dememişler!

        Dinlenmek iyi mi geldi acaba bilmiyorum ama bana bir haller oldu ve garip bir biçimde Pollyanna’ya dönüştüm.

        10 gün önce ABD ile yaşanan gerginliğin yarattığı endişe tavan yapmıştı bendenizde herkeste olduğu gibi.

        Açıkçası çok kaygılıydım. Hani biraz da kafaya reset atıp, kaygılardan kurtulmak için belki de izin yapmak istedim.

        Doğru yapmışım galiba çünkü bu izin sonrası her şeyde olduğu gibi ABD ile yaşanan krize de iyi tarafından bakmaya başladım.

        “Pollyannalaştım” dememdeki kastım ondan!

        Komik bulabilirsiniz ama son günlerde AB ülkeleri ile olan yakın temas, başını Fransa’nın çektiği Avrupalılardan gelen destek açıklamaları nedeni ile neredeyse “İyi ki yaşamışız ABD ile bu gerginliği” diyecek duruma evrildim.

        Hele dünkü buluşma sonrası… Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak ile Fransız mevkidaşı La Maire arasında yapılan görüşme çok kritik ve önemli bir görüşmeydi ve Fransa’daki yansımaları acayip mutlu etti beni.

        Diyeceğim şu ki: Olmasaydı elbette daha iyi olurdu ama bu kriz de olmasaydı Avrupa ile böyle bir yakınlaşma zor olurdu. Umudum bu yakınlaşmanın sürekliliğe dönüşmesi.

        Kim bilir belki de Trumpzedeliğimiz sonucunda üyelik başvurumuzu tamamen askıya alan AB, yeniden düşünmeye başlar ve belki de hiç olmadığı kadar kısa sürede bu iş Türkiye lehine sonuca ulaşır.

        Olamaz mı?

        ***

        Bu Demetlerin rekabeti ne zaman biter?

        Demet Akalın ve Demet Şener arasındaki kah açıktan kah gizliden devam eden rekabet bir türlü bitmek bilmiyor.

        Doğruya doğru Şener cephesinde çok umursanan bir rekabet gibi görünmüyor bu durum. Polemiği diri tutan taraf Akalın tarafı. Eski sevgilisi İbrahim Kutluay’ın onu terk edip Şener’le evlenmesi çok üzmüş belli ki. Acıtmış canını. Haklı da nitekim. Hangi kadın olsa sevdiği adam tarafından başka bir kadın için terk edilmesi hasara neden olur.

        Ancak kanımca Akalan’ınki biraz uzun sürdü gibi.

        Aradan yıllar geçmiş, Kutluay evlenip iki çocuk yaptığı Demet Şener’i aldattığı için boşanmış ve bu arada Akalın, Okan Kurt ile hala devam eden çok güzel bir evlilik yapmış, bir evlat sahibi olmuş ama acı dinmemiş olsa gerek. Hala Şener’e sürekli bir laf sokuşturmalar, taş atmalar filan çok dikkat çekiyor.

        Dün internette gezinirken gördüm. Kocasının İnstagram hesabı açması üzerine, “Kıskanıyor musunuz?” sorusuna “Yok canım… Niye kıskanayım… “ deyip geçiştireceğine, “Benim öyle bir korkum yok! Onu boynuzlananlar düşünsün!” mealinde Şener’i ima eden acayip bir cevap veriyor Demet Akalın.

        Hani üzerime vazife değil ama… Severim de kendisini. Beğenirim. Bence Akalın artık bu işi uzatmasın. Hiçbir şey hatırına değilse de, kocası Okan Kurt’un hatırına mazide kalmış bu olayı unutmalı ve unutturmalı.

        Çünkü ben Okan Kurt’un yerinde olsam; “Acaba benim karımın aklı hala İbrahim’de mi? Niye bu meseleyi unutamıyor!” diye düşünebilirim.

        Ne gerek var ki böyle bir düşünceye insanın kocasını itmesinin!

        Haksız mıyım?

        Diğer Yazılar