Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ümran Avcı, uavci@htgazete.com.tr

        Fotoğraf: Ayhan Yıldız

        Tarihi romanlarıyla bilinen Mehmet Coral, Mimar Sinan'ın hayatını anlattığı "Ben, El Fakir-ül-Hakir Sinan" kitabıyla, ünlü mimarın bilinmeyenlerine ışık tuttu. Mimar Sinan'ın Mihrimah Sultan'a duyduğu aşkı ilk kez 2001'de yazdığı romanında kendisinin kurguladığını söyleyen Coral, "Gerçekte böyle bir vatayı hiçbir tarihi veri desteklemiyor. Ama ben bu aşka hala inanıyorum ve son 12 yılda düşüncemi geliştiren pek çok işaret ve simgeler de buldum. Ayrıntıları kitapta" diyor...

        - Bir kitap ki, imzanız kapakta değil, içine saklanmış..

        Uygarlık ve sanat tarihini dönüşüme uğratmış bir yüce deha, onca eserden sonra imzasını sabah sisi kadar naif bir biçimde atmışsa, onun altına kendi ismimin yazılmasının beni ancak küçülteceğini düşündüm...

        - Eserlerine geçmeden önce Sinan'ın Mihrimah Sultan'a olan aşkını konuşalım istiyorum.

        Böyle bir vakayı hiç bir tarihsel veri desteklemiyor. Bunu ilk kez ben, 2001 de yayımlanan "Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım" adlı romanımda kurgusal olarak işledim. "Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Camii'nde platonik bir aşkın şiirini taşla yazmış, kadın ruhunun yontusunu yapmış Sinan" mealinde açıklamıştım düşüncelerimi. O devirde TV'lerde filan epey söyleşiye katıldım. Romantik mit inşa etmeye meyilli insanlar bundan çok hoşlandı. Olay giderek büyüdü. En nihayet bir boomerang oldu ve benim kurgum bana satılmaya başlandı. Ben bu aşka hala inanıyorum ve son 12 yılda düşüncemi geliştiren pek çok işaret ve simgeler de buldum. Örneğin, türbesindeki çift zambak figürü, Rüstempaşa'daki çini kompozisyon ve camiyi imzasının formunda tasarlamış olması gibi. Kitapta ayrıntıya giriyorum zaten.

        - Sinan, Mihrimah Sultan Camii'ni yaparken ebced hesabına göre imzasını yerleştirip bir şifre bırakıyor...

        O da benim kurgum. Gerçek değil. Ancak, kurguda yaptığım ebced doğru. Günün her saatinde dramatik boyutlarda ışıkla yıkanan o mabet gönül gözüyle bakabilenler için pek çok şey söylüyor.

        - Sinan, eserlerini yaparken Sema dönüyor ve ilhamını oradan alıyor ve çiziyor. Harçla düşünüp, taşla konuşan Sinan'ın 49 yılda 477 eser vermesi mucize gibi...

        Mucize doğada değil, sanatçıya esin veren yaradanın inayetiyle oluşuyor. Ben de Sinan'ın ruhunun içine, aklının arkasına girmek, onun bu esoterik formlar manzumesini nasıl kurabildiğini düşünmeye çalıştım ve bunun ancak derin bir meditasyonla bedeninden çıkarak Mevlevi semaına girmekle olabileceğini kurdum düşümde. Sinan mabetlerinde Tanrının dünyaya vuran gölgesini cisimlendirmiş, yapıtlarını mükemmel bir kar tanesinin benzerlikleri içinde sonsuz değişken formlarda kurmuş. Onu izleyen herkesin hançeresinde değişik tınılarla ses kazanacak sonsuzluğun bestesini yazmış biri. Sinan, bence uygarlık tarihimizin kilit taşıdır.

        - Ölümünü sevgiliyle buluşma heyecanıyla bekliyor ve türbesini kendi elleriyle yapıyor...

        Çifte zambağın sırrı da belki de bu sorunuzun yanıtında gizli. Batınî simgelenmede bu naif figür, "masumiyetini kıyamete kadar yitirmeyecek eş ruhlar" anlamına geliyor. Ölümünü, hem yaradana dönüşle çemberin tamamlanacağı o kutlu anın heyecanıyla, hem de Kuran'da yazdığı gibi sevenlerine kavuşacak olmanın ilahi hazzıyla özlüyor. Bu bölümde Mihrimah'a karşı dünyada karşılık bulamamış aşkını sorgulayışına tanık oluyoruz.

        Sinan "ustalık, kalfalık dönemim" gibi tanımlar yapmadı

        - Osmanlı'da hep bir Ayasofya'yı aşmak arzusu var. Sinan'ın "Ustalık eserim" dediği Selimiye ile Ayasofya aşıldı mı?

        Burada kamuoyunun hep yanlış bildiği bir olguyu düzeltmeme izin verin. Sinan, hiç bir yer, metin ve zeminde mimarlık hayatını söylendiği biçimde kategorize etmemiştir. 'Çıraklık, kalfalık, ustalık dönemlerim' diye bilinen, aslında Evliya Çelebi'nin o pek sevimli diliyle anlattığı fantazmalardan biridir. Ayrıca bunu da Sinan öldükten en az 50 yıl sonra yazıyor. Şimdi ise üzerine hükümetler inşa ediliyor. Sinan, Ayasofya' yı çıplak aritmetik ölçekte değil, geometrik bütünlük ve mimari yetkinlik konusunda geçmiştir.. Bunu söylerken aklı ilk karıştıran soru şu oluyor: Sanat ve uygarlık tarihinin kuşkuya bir zerre dahi gerek bıraktırmayacak en evrensel dehalarından biri olan Sinan, gerçekten ilahi bir armoniyle tasarlayıp kusursuzluğa çok yaklaştığı başyapıtı Selimiye'yi neden Aya Sofya ile kıyaslarken, 'Bu yüce kubbeyi Ayasofya'dan altı zîra daha yüksek, ve çevresini dört zîra daha geniş yaptım.' diyerek sayısal yanlışa düşsün? 'Çağının Öklid'i diye anılan bir büyük tasarım ve hesap ustası, basit bir ölçümlemeyle aksi kanıtlanabilecek gerçek dışı bir savla neden üstünlük iddiasına girsin? Estetik bütünlük, oran, iç / dış mekan uyumu, kesintisiz görüş açıları ve daha pek çok konuda Aya Sofya'ya gerçekten galebe çalmış başyapıtının değerini cismanî büyüklük iddiasıyla neden küçültsün? Kendini her dem 'El fakir-ül hakir Sinan' diye anma tevazuunda olan bir yüce ruh, kişiliğine hiç uymayan kasıntılı bir megalomaniye neden gerek duysun? Sanırım tüm bu soruların yanıtı tezkirelerin en azından bir bölümünün Sinan dışı unsurlarca çağın söylemine uygun biçimde kurgulanmış olduğu gerçeğinde yatıyor olsa gerek.

        - Selimiye'deki ters lale hep merak konusu olmuştur. Onun gizemi de romanda vücut buluyor...

        Oldukça sevimli bir öyküsü var. Selimiye'nin görkemini kuşatan onca söylencenin içinde bir tutam latife gibi kalıyor.

        - Sinan'ın etnik kimliği de hep merak edildi ve türlü iddialar atıldı...

        Sinan'ın etnik aidiyetinde öne çıkan dört iddia var: Türk, Rum, Ermeni, veya Yahudi oluşu. Kitabın sonuna eklediğim bir çalışmada bunlara maddi kanıtlara dayanan çözümler getirmeye çalıştım. Son analizde, bünyesinde 42 etnik grup barındıran Osmanlı imparatorluğunda iddia nedeni olan hiç bir kimliğe bilimsel bir aidiyet atfedecek tatmin edici bir sonuç çıkmadı. Varılabilen tek ve mutlak gerçek Sinan'ın Osmanlı mimarı oluşudur.

        - Ve aynı nedenle de kafatası kayboldu...

        Büyük ustanın kafatası maalesef 1930'ların arı milliyetçilik akımının kurbanı oldu. 1936da, 400 yıl huzur içinde uyuduğu kabrinden çıkartıldı. Bir daha da bulunamadı. Halbuki, bugün çok gelişen 3D kopyalama sistemiyle, gerçeğine en yakın bir biçimde ona bakabilirdik. Çok yazık.

        - İlgi çekici hikayelerden biri de Kanunu'nin mumyalanışı...

        Sultan Süleyman hayatının son demlerinde çıktığı Zigetvar kuşatması sırasında son nefesini verdi. Uzun saltanatı süresince, cihan imparatorluğunu kesintisiz 46 yıl diri, 46 gün de ölü olarak yönetti. Ölümü askerin morali açısından gizlendi. Sonunda kale fethedildi. Ordu İstanbul'a padişahları başlarında geri döndü. Bu son dönemde sultan, iç organları çıkarılıp, savaş alanına gömüldükten sonra mumyalanarak (tahnit), saltanat arabasında, konaklamalarda da hünkar çadırında tahtına oturtularak askere teşhir edildi. Emsali az görünecek bu operasyon Sokollu Mehmet Paşa kumandasındaki Osmanlı kurmayları tarafından başarıyla tamamlandı. Bugün savaş alanında, sultanın öldüğü yerde, Macar kahramanı Zrinyi ile Süleyman'ın yontularının yan yana sergilendiği bir anıt var.

        - Kitapta Sinan'a yaratım aşamasında "onulmaz yalnızlık" yaşadığını söyletiyorsunuz. Bu yazarlık için de geçerli değil mi?

        Yaratım süreci mutlak yalnızlık gerektirir ve oldukça zorlu geçer. Bu aşamada sanatçı tanrıdan bir nevi rol çalar. Evreni yaratmakla, bir kitabı ortaya çıkarmak, içinde barındırdığı kompleks ayrıntılar gözönüne alındığında özdeştir.

        - Başbakan Erdoğan, "Yeni Mimar Sinan'lara ihtiyacımız var. Bize tek bir Mimar Sinan yetmez" dedi. Kendi deyiminizle baştan aşağı "Sinan" olmuş biri olarak, yeni Sinanlar yetişir mi sizce?

        Tabii ki evet. Yeter ki, yeni Sinanlar onun donanım ve adanmışlığına sahip olabilmek için gereken dikenli yolu yürümeyi göze alabilsinler. Bugünlerde çok moda olan "Devasa" cami inşa yarışında, "Evvel Allah ataları geçeceğiz veya bu kopya değil tarz!.." mealindeki söylemlere ve uzantısı olan türev mabetlere alıştırılmaya çalışılan kamuoyuna, Sinan'ın da kuşkusuz bir yanıtı vardır herhalde diye düşündüm hep. Ancak, onun yanıtı söylem sahiplerinin boyları hizasından duyulmaz. Betonarme üstatlarının algılamakta zorlanacakları farklı bir dalga boyundan, evrenin sadası olarak yankılanır üstlerinde. Dikkatli olmak gerekir. En nihayet başına gelecekleri asırlar öncesinden tahmin eden büyük ustanın şu özlerine kulak verelim: "Bu öyküyü okuyan dostlardan dileğim, eksiklerini -olabildiği ölçüde- bağışlama eteğiyle örtüp, bu değersizi 'Yapıt veren hedef olur' meydanına hedef tahtası etmemeleridir.."

        Diğer Yazılar