Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ümran Avcı, uavci@htgazete.com.tr

        Psikiyatri üzerine yazdığı kitapları bir yana romanlarıyla da kemik bir okur kitlesi yaratan Psikiyatrist Engin Geçtan, "Mesela Saat Onda" ile edebiyat seven okurları ile buluştu. Okurunu bol karakterli, şenlikli, roman içinde romana götüren Geçtan, iki ayrı zamanda yaptırdığı yolculukla da Türkiye'nin hallerini hicvediyor. Geçtan, "İleri yaştaki insanlar için en ciddi tehlikelerden biri merak ve hayret duygusunu yitirmektir. Bu duygulardan beni yoksun bırakmadığı için ülkeme minnettarım" diyor. Geçtan ile hem edebiyatı hem de psikiyatriyi konuştuk...

        - "Yüzyıllık Yalnızlık" gibi bol karakterli bir kitap. Hikayeleri ve karakterleri karıştırmamak için nasıl bir yol izlediniz?

        Kurgu kitaplarımı yazarken bir sonraki cümlede ya da paragrafta neler olacağını kendim de bilmeden yazıyorum. Sonuçta kalabalık ve entrikacı bir haller ortaya çıkıyor. Bunun bir nedeni de zihnimin sağ beyin ağırlıklı çalışması olabilir. Sağ beyin bütünü algılama eğilimindedir. Sol beyin bazen ayrıntıyı bütün olarak algıladığından, fazla ayrıntılı bir bütünü algılamakta zorlanabilir. Toplumun çoğunluğu sol beyin ağırlıklı olduğundan, kurgu kitaplarımın okuyucu kaybettiğinin farkındayım ama çaresi nedir bilmiyorum. Gerçi bulabildiğim sağ beyinli okuyucu sayısı da bana yetiyor. Düşünce kitaplarım, doğası gereği, kısmen de olsa bir sistematiği izlemeyi gerektirdiğinden o kategoride böyle bir sorun yaşanmıyor.

        - İsimlerdeki ironi dikkat çekici. Takiye, Beyhude, Şaibe, Muamma, Hükümet, Püskevit...

        Rastgele seçilmiş isimler. Türkçenin doğru konuşulmasına özen gösterilen bir ortamda büyüdüm. O zamanın Türkçesine de aşinayım. Türkçesine diyorum, çünkü bana göre Osmanlıca diye bir dil yok ve hiç olmadı. Zaman içinde değişikliğe uğrayarak yoksullaşan bir Türkçe var. Zaman içerisinde kaybedilen zengin nüanslı Türkçe'yi anlamaz hale gelenler Osmanlıca diye bir şey icat ettiler. Benden önceki kuşak Arap alfabesine bile Eski Türkçe derdi. Tabii o zamanların Türkçesini de biliyorum ama anlaşılamayacağım için kullanmıyorum. Buna rağmen, şaibe ve takiye sözcüklerini ben de herkes gibi çok sonra öğrendim. Demek ki geçmişte kullanılmalarına pek de gerek olmamış.

        - Not aldığım bir alıntı var ki üzerine konuşalım isterim: "İnsanların güçlerinde değil, zaaflarında buluştuklarını" bilememe hali...

        Psikolojik savunma mekanizmalarımızın çoğu, kültürün empoze ettiği zayıf görünmeme ilkesinin etkisi altındadır. Hal böyle olunca da sonuç, bir araya gelindiğinde kimsenin kendisi olma cesaretini gösterememesi ve kalabalık içinde yaşanan yalnızlık ve sıkıntı. Burada bir şerh koyma gereğini duyuyorum: Toplumumuzda pek geçerli olan mağdur kimliğinin zaafla alakası yoktur. Tam tersine, saldırgan-manipulatif bir savunma sisteminin ifadesidir.

        - Cinselliğinden, dişilikten korkan kadın karakter var romanda. Anlatıcı, giyinmenin cinselliği örtünme aracı olduğunu belirtiyor.

        Gerçekten de cinselliğini saldırgan amaçlarla kullanma potansiyeli olan bazı kadınlar, aseksüel görünmeye çalışarak bunu frenlemeye çalışabilirler, tabii bilinçdışı bir mekanizmadan söz ediyorum. Ancak örtünme başka bir konu. Ne kadar örtünürseniz örtünün, beden dili ne diyecekse onu yine de ifade eder.

        - Uzmanlık alanınızdan olacak, insan ruhu ile edebiyatı öyle güzel birleştiriyorsunuz ki. Ruh çözümlemeleri çok etkileyici.

        Bu soru bana pek uygun düşmedi aslında. Çünkü edebiyatla ve edebiyat dünyasıyla pek ilgim yok. Türk edebiyatı Frankfurt Kitap Fuarı'na konuk olduğu yıl, fuar öncesi orada bir söyleşiye katılmam istenmişti. Alman katılımcılar bana Türk edebiyatı ile ilgili sorular sormaya başladığında ne diyeceğimi bilememiş ve soruları oturumu benimle paylaşan Ayşe Kulin'e yönlendirmiştim. Aslında ergenlik dönemimde kitap kurdu sayılırdım. O günlerde pek kitapçı da olmadığından kitap kiralayan bir yere gidip gelirdim. Evimizde kitap vardı. Annem Türk Osmanlı edebiyatını iyi bilir, çeviri kitaplar da okurdu. Bütün bunlar lise yıllarımda sona erdi. Daha sonraki yıllar için ise, elli beş yılı aşkın bir süredir gerçek insan hikayeleriyle haşır neşir olmamın, kurgu karakterler okumakta zorlanmama neden olup olmadığı şeklinde bir soru da söz konusu tabii. İtalo Calvino Amerikan edebiyatının 'romance' ve 'novel' olarak iki ayrı bölümde değerlendirildiğinden söz eder ve İtalyanca'da bunların 'romanza' adı altında tek bölümde toplandığını yazar. Yani Türkçedeki 'roman' sözcüğü. Calvino'nun yazdıkları daha çok 'romance' kategorisinde olduğundan onları keyifle okumuştum.

        - Güncel olaylar o kadar güzel bir dille aktarılmış ki. Bir yazar için oldukça verimli bir ülke burası...

        İleri yaştaki insanlar için en ciddi tehlikelerden biri merak ve hayret duygusunu yitirmektir. Bu duygulardan beni yoksun bırakmadığı için ülkeme minnettarım.

        - "Kaybedenler Kulübü" radyo programı, romanda "Uykusuz" programı adı ile karşımıza çıkıyor. Bu tür radyo frekansları kendilerini gerçekten yalnız hissedenler için can kurtarıcı olabiliyor mu?

        On yıl önceydi, TRT'deki bir radyo programcısından bir davet almıştım. Gece yarısından sabaha kadar süren interaktif bir program yapıyormuş. Uzun süre ben de Açık Radyo'da programlar yapmış olduğum için onun davetine uyup bir gece radyo evine gittim ve orada, uyumayan bir Türkiye ile karşılaştım. Ne kadar çok insan geceleri uyumuyormuş, inanılır gibi değildi. Sabahın o saatinde ülkenin her yanından insanlar konuşuyor, kendilerini paylaşıyorlardı. Yıllar sonra izlediğim "Kaybedenler Kulübü" filmi bana o programı çağrıştırmıştı. Uykum geldiği ve ertesi gün çalışacağım için, TRT'deki programa sabahın ikisine kadar katılabilmiştim, ama aklım programda da kalmıştı. Çünkü katılanlar dürüst ve içtendiler. Benim için radyo geçmişte hep büyülü bir ortam oldu. Özellikle, mikrofonun karşısına oturup bir an sonra neler olacağını ve konuşulacağını bilmemenin heyecanı. Bilinmeyen bana hem tatlı ürkütücü hem de çekici gelmiştir. Genelde kamera karşısındaki davranışlar performans ağırlıklı. Radyoda ise üzerinize çevrilmiş gözler yok.

        - Alzheimer olma korkusu yaşayan bir karakter var. Ve anlatıcı bu korkunun daha çok beyniyle çalışan insanlarda olduğunu söylüyor.

        Çevremde, doğrudan ya da gıyaben tanıdığım bazı insanların Alzheimer olma korkuları yaşadığını duymuşluğum var. Gerçekten de daha çok beyniyle çalışan, biraz da güç ve iktidar eğilimli kişiler.

        - Romanda Stockholm Sendromu da geçiyor. Bu tür vakalar üzerine konuşalım isterim...

        O zamanlar kitle iletişim araçları şimdiki kadar gelişmiş olmadığından, 1973'de Stockholm'de kendisini rehin alan kişinin tarafına geçip ona aşık olan, üstelik onun hapisten çıkışını bekleyen kişinin hikayesinden yıllar sonra haberim olmuştu. Ancak bu olaydan bir yıl sonra, 1974'de ABD'de yaşanan benzer bir olayı, o yıllarda dünyaya açılan tek pencerem olan Time dergisi sayesinde izleyebilmiştim. Yayıncılık imparatoru milyarder William Randolph Hearst'in kızı Patricia, Symbionese Liberation Army adlı gerilla örgütü tarafından kaçırılmasının ardından örgüte katılmakla kalmamış onlarla birlikte bir banka soygunu gerçekleştirmişti. Bu olayı, o zamanlar üzerinde çalıştığım bir konu olan "Kimlik Geçişmesi Sendromu olgusunun bireysel versiyonu olarak yorumlamıştım. O yıllarda ülke aşırı politize durumdaydı, özellikle de gençler. Politik ya da dinsel, her türlü inanç sistemleri kimliğimizin doğal bir parçasıdır. Ancak kimliği yeterince oluşamamış bazı insanlarda bu inançlar, kimliğin neredeyse bütünü haline gelebilir, kişiliği egemenliği altına alarak. Aidiyet ihtiyacı bazı insanları her zaman tarikatlara, cemaatlere ya da Hintli guruların öğretilerine yönlendirmiştir. Ancak olay kitle halinde kimlik geçişmesine dönüştüğünde, vaktiyle Guyana'da olduğu gibi toplu intihar eylemlerine ya da politik ya da dinsel şiddet gruplarının ortaya çıkmasına neden olabiliyorlar. Daha yumuşak ölçekli kitle Stockholm Sendromları aslında her zaman yaşanmakta. Bazı insanlar, söylem içeriklerinin kendilerine uygun olup olmadığına bakmaksızın, onları sadece heybetiyle etkileyebilen kişilerin peşinden kolayca gidebiliyorlar.

        - Yine romanda da yer bulan depremden sonra sıkça yaşanan “sağ kalma suçluluğu”… Mucize eseri ölümden kurtulmakla, hayatta kalmanın farklı duygular yarattığı anlatılıyor

        "Sağ kalma suçluluğu" öteden beri bilinen bir psikiyatrik olgu. Bazıları onu Post-Travmatik Stres Bozukluğu kategorisinde değerlendiriyor. Nazi toplama kamplarından ve Japonlar'ın vaktiyle Çin'de gerçekleştirdikleri Nanking Katliamı'ndan sağ kurtulan bazı kişilerde gözlemlenmiş. Çoğunluğun hayatını kaybettiği ve az sayıda kişinin hayatta kaldığı durumlarda yaşanabilen bir durum. Uçak kazalarının daha sık yaşandığı yıllarda, yolcuların sadece birkaçının kurtulduğu durumlarda da görülürdü. Sanırım, aynı mekanı paylaşmış olma ortak yazgısının payı da önemli. Toplama kampı, Nanking kenti, aynı uçakta seyahat ediyor olma gibi. Nitekim, romanda da aynı restoranda masa paylaşan kişilerden sadece birinin sağ kalması söz konusuydu.

        Diğer Yazılar