Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar 'Napolyon': Savaş, iktidar ve aşk
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ridley Scott’ın yönettiği, senaryosunu David Scarpa’nın yazdığı ‘Napolyon’ filminde baş karakterin iki büyük arzusu var: İktidar ve Josephine… Film boyunca izlediğimiz tüm savaşlar, Napolyon için iktidara ve aşka ulaşmanın araçları sanki.

        Yüzbaşı Napolyon (Joaquin Phoenix), Fransa’yla ilgili hayalleri, hedefleri idealleri olan biri gibi girmiyor filme. Kraliçe Marie-Antoinette’in (Catherine Walker) giyotinle idam edilmesini kayıtsızca karşılayan terfi peşindeki bir subay sadece... Monarşinin yıkılmasının hemen ardından Fransız Devrimi kendi evlatlarını teker teker yerken, orduya komuta eden üst rütbeli subayların önünde beliren iktidar imkanlarının tam olarak ne zaman farkına vardığını kestirmemiz zor. Tek bildiğimiz, devrimin liderlerinden Paul Barras’ın (Tahar Rahim), onu kumandan olarak Toulon’a göndermesiyle birlikte yükselişinin başladığı... Kazandığı her muharebe onu hızla ordunun üst kademelerine doğru taşıyor. Sivil yöneticilerin gözdesi oluyor. Tüm bu süreçte, iki çocuklu dul Josephine’e (Vanessa Kirby), en az askeri kariyeri kadar değer verdiğini anlıyoruz. Özellikle, Josephine ile ilgili kulağına gelen haberlerden sonra cezalandırma ve azil dahil her şeyi göze alarak Mısır’daki görevini bırakıp apar topar Paris’e gelmesi önemli bir gösterge.

        Ridley Scott – David Scarpa ikilisinin getirdiği yoruma baktığımızda, Napolyon’un devlet içinde yükselişi, en tepeye çıkması pek zor olmuyor. Gerçi kısa süre içinde güce bağımlı hale geliyor, Fransa’yı yönetme ihtirası başına bela oluyor ama orada basit bir denklem var: İktidar kazandığı savaşlarla geliyor, kaybettiği savaşlarla gidiyor. Josephine ve aşk cephesine baktığımızda ise her şey çok daha karmaşık... Öyle bir denklem ki, biz seyirci olarak Josephine’in Napolyon’u ne kadar sevdiğini kestirmekte zorlanıyoruz. Napolyon onunla Fransız ordusunun en ünlü ve muzaffer kumandanlarından biriyken tanışıyor. Stanley Kubrick’in ‘Barry Lyndon’ (1975) filminde Barry ile baştan çıkarmaya çalıştığı aristokrat kadının kumarhanedeki sessiz bakışmalarını hatırlatan bir tanışma sahnesi bu… Ama açıkçası romantizmden, tatlı bir flörtten söz etmek zor. Josephine daha ilk andan ‘Ne istediğini biliyorum’ havasında güçlü ve özgüvenli çıkıyor karşısına. Beğenildiğinin ve çok arzulandığının farkında. Napolyon onun için kolaylıkla fethedilmiş kale… Evindeki buluşmada direkt olarak Napolyon’un libidosuna seslenen o erotik hareket, ilişkiyi ‘güçlü cinsel arzu – güçlü aşk’ formülü üzerinden sürdüreceğine emin bir kadın portresi çiziyor.

        Napolyon’un Josephine’e yazdığı mektuplar kuşkusuz romantik. Ama Scott’ın, tarihe geçmiş bu âşıklara reva gördüğü sevişme sahnelerine baktığımızda aklımıza romantik aşk filmlerinden ziyade erotik komediler geliyor. Buna karşılık, Josephine Napolyon’u Hippolythe Charles ile aldatırken hem flört hem sevişme aşamalarında daha arzulu bir kadın olarak çiziliyor. Napolyon’a verdiği zararı, yaşattığı acıyı gördükten sonra ise Josephine sadık, duyarlı ve romantik bir eşe dönüşüyor. ‘Fransa kralı Napolyon’a bir çocuk, daha doğrusu ‘veliaht’ verememesi nedeniyle evlilikleri sona erdiğinde dahi Josephine, âşığı üzerindeki gücünün farkında… Peki, Napolyon’un Elba Adası’ndaki sürgünden dönüp yeniden Fransa’nın başına geçmek istemesinde Josephine’i kıskanmasının payı yok mu? Filme göre var… Çünkü iktidar ve Josephine, Napolyon için adeta ‘paket program’ gibi. İkisi birlikte ilerliyor. İktidara gelişi ve düşüşü ile Josephine’e âşık olması ve kaybetmesi arasında paralellik var. Daha doğrusu, film bu paralellik üzerine… Ayrıca, senaryonun Napolyon’un iktidarını sürdürdüğü dönemden veya devlet adamı kimliğinden ziyade yükseliş ile düşüş sürecine odaklandığını söylemek gerek.

        Aslında biraz da elde etmek ve kaybetmek üzerine bir film seyrediyoruz. Napolyon’un Papa’nın da yer aldığı taç giyme töreninde geleneği boş vererek yaptığı hareketi düşündüğümüzde, krallığı bileğinin hakkıyla aldığını herkese göstermek istediğini düşünebiliriz. Belki Josephine’e de öyle bakmak istiyor. Diğer bir deyişle, iktidar gibi Josephine’e de sahip olacağını düşünüyor ama her şey hayal ettiği gibi gerçekleşmiyor. Romantizm biraz da bu çaresizlik karşısında sığındığı liman gibi…

        Scott’ın, Napoleon – Josephine ilişkisine görece ‘daha realist’ bir açıdan bakmak istediği söylenebilir. Peki, iktidara nasıl bakıyor? Fransız Devrimi ile Napolyon’un iktidardan düşüşü arasındaki süreci kaba kuvvetin her şeye egemen olduğu bir anarşi ve kaos dönemi olarak gördüğü kesin. Fransız Devrimi’yle hiçbir entelektüel ve duygusal bağ kurmadan, en ufak bir sempati duymadan sadece iktidar içi çatışmalara ve iktidarın el değiştirdiği anlara odaklanıyor. Barras, devrim sonrası dönemi Napolyon’a anlatırken ‘Halkın ve Robespierre’in giyotine bağımlı hale geldiğini söylüyor. Bu cümle, Fransız Devrimi’yle ilgili film boyunca duyduğumuz az sayıdaki siyasi tespitten biri. Özetle, Fransız Devrimi’ne önem ve değer veren bir film seyrettiğimiz söylenemez.

        Bana sorarsanız, film komedi değil. Kahkahalarla gülünecek sahneler yok. Ama filmi birine anlatırken ‘komik’ diyeceğiniz bir sürü sahne var. Sözgelimi, tüm bir darbe sekansı… Napolyon, komedi filmlerini akla getiren itiş kakışın, kargaşanın ardından bir grup askerin silah gücüyle deviriyor mevcut yönetimi. Darbe sonrası istifaya zorlanan yöneticiler de karikatürize sahnelerle toparlanıyorlar.

        General olduğu dönemde Napolyon’un kendisini sorgulayan sivil yöneticileri azarladığı sahne, söz konusu dönemde hiç kimsenin tam olarak iktidar olamadığının kanıtı… Fransız Devrimi’nin meydana getirdiği kaos nedeniyle Napolyon’un iktidarı, kargaşanın doğal sonucu olarak gösteriliyor. Bana sorarsanız, Fransız Devrimi ve sonrasında yaşananların ruhunu yansıtmaktan uzak, kolaycı bir yaklaşım var filmde. Napolyon’un Elba Adası’ndaki sürgünden sonra yönetimi yeniden ele geçirmesi ‘yine bir grup asker’in onu durdurmamasına bağlanıyor. Ama film, askerlerin, halkın Napolyon’u neden sevdiğini ve neden ona sadık kaldıklarını açıklama konusunda çok fazla zahmete girmiyor. Napolyon’un ekmeğini askerlerle paylaşması ve birkaç motivasyon konuşması dışında kayda değer bir sahne yok.

        Napolyon’u kısa boylu, kompleksli, kadın düşmanı biri gibi göstermek dahil birçok olumsuz yargının kökeni genelde İngilizlerdir. Bir İngiliz tarafından çekilen bu filmin, Napolyon’u devlet adamı olarak önemseyen Fransızlar tarafından sevilmesi elbette mümkün değil. Ayrıca ‘tokat sahnesi’nin ne kadar gerçek olduğu da tartışmalı bir konu… Öte yandan, Napolyon’u Waterloo’da hezimete uğratan Wellington Dükü, Arthur Wellesley’in (Rupert Everett) söylediği gibi onu Avrupa’nın baş belası, sadece savaşa inanan biri olarak değerlendiren bir film yok karşımızda. Napolyon kıtada barışı ve birliği sağlamak, isteyen Hıristiyan bir Avrupalı olarak gösteriliyor. Ama kendisini küçümseyen Avrupa monarşisi nedeniyle hedeflerine ulaşamıyor. Hatta kral olmasının nedeni iktidar hırsından ziyade, Avrupa ülkelerinin saygısını kazanma amacıyla gerçekleştirilen politik bir manevra olarak sunuluyor. Ama krallık, özel hayatını baştan sona değiştiriyor. Özellikle kendisine evlenecek prenses ararken Avrupa monarşisinin bir parçası olma isteğinin fazlasıyla öne çıktığını görüyoruz. Bütün bu süreçte, Josephine’in hissettikleriyle çok fazla ilgilenmediği ve krallığa odaklandığı belli oluyor. İşlerin onun için tam da bu dönemde kötüye gitmesi şaşırtıcı değil.

        Hepsi de tek tek öyle iyi çekilmişler ki, filmi seyrederken, Ridley Scott’ın en çok savaş sahnelerini ciddiye aldığını düşünmemek elde değil. Savaş sahnelerinde filmin geri kalanındaki komik mizansenlerden veya hafiflikten hiçbir iz göremiyoruz. Öte yandan, biçimci, üslupçu bir yaklaşım da yok. Scott’un derdi, gösteriş veya göze çok hoş gelen iddialı bir savaş koreografisi değil. Bunun yerine, titiz hikâye anlatıcısı tavrıyla savaşın gidişatını en gerçekçi şekilde, nerdeyse belgeselci diyebileceğim tarzda getiriyor karşımıza. Sahnelerin etkileyiciliği, olup bitenlere tanık olmamızdan geliyor. Yönetmen kendini unutturmayı tercih ediyor; şiddeti veya estetik güzelliği öne çıkarmıyor. Scott, çarpışma sahnelerinde genel planları sıklıkla kullanıyor. Askerlerin ve generallerin bakış açısını, kuşbakışı hava çekimleriyle birleştiriyor. Sahneler bittiğinde yaşanan muharebe hakkında nerdeyse belgesel izlemiş gibi hissediyoruz kendimizi. Ayrıca Napolyon Bonaparte’ın savaş meydanında komutan olarak gösterdiği performansı da değerlendirme şansımız oluyor. Dolayısıyla, Napolyon’un yükseliş ve düşüş hikâyesini bu savaşlar üzerinden takip etmemiz mümkün. Fransa adına yaşanan Austerlitz zaferi nasıl dönüm noktası ise kışın bastırmasıyla Rusya’da yaşadığı başarısızlık da düşüşün başlangıcı, bir çeşit kırılma noktası oluyor. Napolyon’un trajedisi, galiba öngörüsüzlüğü ve kibri nedeniyle geliyor. Uyarıldığı halde geri çekilmesini bilmiyor ve Rusya’nın sert kışı karşısında bozguna uğruyor. Waterloo’da yaşadığı hezimet ise ‘El elden üstündür’ deyimini hatırlatıyor; aşırı özgüvenin bir kez daha sonunu hazırladığını gösteriyor. Yıllar önce yendiği İngilizlerin bu kez karşısına çok daha hazırlıklı olarak çıkabileceğini öngöremiyor. Yeni savaş tekniklerine, taktik ve stratejilere karşı koyamıyor. Scott’ın finalde, Napolyon’un girdiği savaşlarda ölen insanlarını sayısını açıklaması çok doğru karar. Yüzlerce yıl sonra herkesin barış içinde yaşadığı ve Gazze’de olup bitenleri seyrettiği bir Avrupa için ders dolu anılar…

        Ridley Scott’ın ‘Napolyon’u 158 dakika... Öyle bir senaryosu var ki üstüne yazılacak her eleştiri, haklı olarak farklı perspektiflere sahip olabilir. Çünkü farklı yerlerinden tutabileceğiniz, değişik bakış açılarıyla yazabileceğiniz bir film ‘Napolyon’... Nereden baktığınıza göre ‘en can alıcı noktası’ değişebilir. Mesela, sonlara doğru Napolyon’a tüfeğini doğrultan ve onu vurabileceğini söyleyen keskin İngiliz nişancıya Wellington Dükü’nün ‘Generallerin birbirlerini öldürmekten daha önemli işleri vardır’ demesi dahi bir çıkış noktası olabilir. Sonuçta, bu laftan da anlaşabileceği gibi günümüzden çok farklı ahlaki ve kültürel kodlara sahip bir çağdayız aslında. Ama Scott’ın filmin geçtiği çağı kendi tarihselliği içinde ele alabildiğini söylemek zor. Napolyon’a tam da bugünün perspektifinden bakıyor Scott.

        Bu arada, Napolyon üzerine çekilen bunca televizyon dizisi ve filmin ardından Scott’ın tarihsel gerçekçilik konusunda en iddialı filmi yapmak için yola çıkmadığı belli... Napolyon – Josephine ilişkisine tartışmaya açık yeni bir yorum getirmek istediği ve asıl iddiasını savaş sahnelerinde ortaya koyduğunu anlamak zor değil. Ama yine de başta Fransızlar olmak üzere bazı tarihçilerin beğenebileceği ve onaylayabileceği bir film gibi görünmüyor.

        İktidar ve aşk konusunda ilgiye değer şeyler söylediğini iddia edemem belki; ama yine de seyredilmesi gereken bir film gibi geliyor bana. Joaquin Phoenix ve Vanessa Kirby’nin oyunculuklarını, prodüksiyon tasarımını ve Dariusz Wolski’nin görüntü yönetimini unutmamak gerek.

        6.5/10