Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Geride güçlü bir sinema tadı kalıyor

        1970 yılının aralık ayında geçen ‘Geride Kalanlar’ (The Holdovers) o dönemden günümüze ulaşmış bir film havasında açılıyor. Dağıtımcı şirket Universal’ın 1970’de kullandığı logoyu görüyoruz ilkin. Peşinden o yıllarda henüz kurulmamış Focus Features ve Miramax’ın 70’lerin grafik diliyle yeniden tasarlanan ‘hayali logoları’nı… Ses bandındaki cızırtıları, kadrajın sağında solunda eski filmleri hatırlatan çizikleri, yıpranmaları unutmayalım. Ne var ki, filme hükmeden asıl duygunun nostalji olduğunu söylemek imkânsız. Açılıştaki retro görsel doku, film boyunca kendini hep hissettiriyor belki; ama bir süre sonra yönetmen Alexandre Payne’in hedefi netleşiyor. Belli ki onun için önemli olan geçmişe özlem değil, hikâyenin 1970’lerde geçmesi...

        Çünkü Noel tatilini ailenden uzakta, lisenin ‘en kıl hocası’nın gözetiminde yatılı okulda geçirmek; hiç kuşkusuz akıllı telefonların, internetin, sosyal medyanın olmadığı bir devre göre çok daha zor. Üstelik New England’da şehirden uzakta ıssız bir yerdesin. Yatakhanede arkadaşlarınla paylaştığın odada kalamıyorsun. Nedeni, havanın çok soğuk olması ve sadece revirin kaloriferlerinin yanması... Herkes tatile gidince Noel ağacını bile alıp götürüyorlar. Özetle, ailen tarafından okulda bırakılmanın sızısının hiç geçmeyeceği bir yerdesin.

        Bu arada, dönemin politik iklimini atlamayalım. Vietnam Savaşı’nın sürdüğü, ABD’nin siyasi kutuplaşma yaşadığı günlerdeyiz. Noel tatilini birlikte geçirmekten hiç memnun olmayan üç ana karakter bu kutuplaşmada aynı tarafta olduklarını hissediyorlar belki. Ama annesinin attığı son dakika kazığıyla Noel tatili boyunca okulda kalacağını anlayan genç Angus Tully (Dominic Sessa) için açıkçası bunun hiçbir önemi yok. Lisede hiç kimsenin sevmediği tarih hocası Paul Hunham (Paul Giamatti) ve geride kalanlara yemek çıkarmak zorunda olan Mary Lamb (Da’Vine Joy Randolph) için de durum çok farklı değil. Gerçi, Mary’nin aksine Hunham’ın gidecek hiçbir yeri yok ama en azından Noel’i ‘çocuk bakıcılığı’ ile geçirmek istemediği kesin.

        Üçü de farklı nedenlerden yalnız ve mutsuzlar. Noel’i bir arada geçirme konusunda belki çok isteksizler ama birbirlerini sevebileceklerini biliyorlar. ‘Geride Kalanlar’ı farklı kılan yanlarından biri tam da bu galiba... Dolayısıyla, ‘birbirlerini süreç içinde sevmeyi öğrenen uyumsuzlar’ klişesini ısıtıp önümüze çıkaran bir film seyretmiyoruz. Üçünün de iyi anlaşabileceğini, birbirlerine kötülük yapmayacağını seziyoruz. İşte tam da bu nedenle, diğer 4 öğrenci ‘helikopterli süper kahraman baba’ tarafından kurtarılıp götürüldükten sonra Angus isyankâr ergene, Hunham ise çarnaçar ona katlanmak zorunda olan ebeveyne dönüşüyor. Angus Mary’nin gerektiğinde kendisini destekleyecek ‘geçici anne’ konumuna geçeceğini biliyor.

        Asıl önemli nokta, Mary ve Angus’un, Hunham’ın başkaları üzerinde kullanmaktan hiç çekinmeyeceği ‘nöbetçi öğretmen’ iktidarının kendilerine sökmeyeceğinden en başından beri emin olmaları... Angus, en yüksek notun ‘D +’ olduğu sınıfta Hunham’dan ‘B +’ alan tek öğrenci olduğunun farkında. Odasında Martin Luther King’in posteri olan Mary de Hunham’ın politik bilince sahip, duyarlı biri olduğunu biliyor. Özetle, Mary ve Angus, insan sevmezliği, huysuzluğu ve gıcıklığının ardında Hunham’ın içinde iyi birinin gizlendiğini çoktan çözmüş durumdalar. Hatta üzerinde hiç konuşmadıkları, plan yapmadıkları halde Hunham’ı istedikleri yumuşak kıvama getirmek için sessizce iş birliği yaptıkları dahi söylenebilir. Angus ile Hunham sürekli çatışıyorlar ama aralarındaki bağ da sürekli güçleniyor.

        ‘Geride Kalanlar’ sadece hikâyesindeki bu incelik nedeniyle seyre değer bir film değil. Aynı zamanda çok iyi yazılmış ve oynanmış üç karaktere sahip. Hunham, sınav kâğıtlarını okurken gördüğümüz ilk sahnede mutsuzluğunun acısını öğrencilerinden çıkarmak isteyen katı bir öğretmen izlenimi veriyor. Okul müdürüyle yaptığı konuşmada öğrencilerin hoşgörüye değil, eğitime ve disipline ihtiyacı olduğunu söylüyor. İlk bakışta idealimizdeki öğretmen imgesine uymadığı belli; ama babası okula maddi yardım yaptı diye bir öğrencinin notunu yükseltmeyi reddetmesi, kişiliği hakkında önemli ipuçları veriyor. Ayrıca, entelektüel yanı ve politik görüşlerine tanık oldukça, Hunham’ın ‘anti – hippi’ gibi dursa da birçok açıdan 1968 kuşağıyla aynı çizgide konumlandığını keşfediyoruz.

        Tatil bittiğinde farklı bir öğretmen olmayacağı, hayatına kaldığı yerden devam edeceği belli. Farklı noktalara bakan gözleri ve gün ilerledikçe yanına yaklaşanları rahatsız eden çürümüş balık kokusuyla yaşamaya mahkûm biri. Dolayısıyla, okul içinde hep güçlü ve katı olmak zorunda. Bana sorarsanız, film boyunca önemli bir karakter değişimi yaşadığı söylenemez. Sadece içinde özenle gizlemeye çalıştığı şefkatli ve iyi insanın ortaya çıkmasını engelleyemiyor, o kadar… Evet, son bölümde verdiği kararlar, attığı adımlar çok çarpıcı ama filmin başında müdürle (Andrew Garman) yaptığı konuşma sahnesinde ilkeleri ve düşünceleri uğruna gereken her şeyi yapacak biri olduğunu hissediyoruz zaten.

        Angus Tully’yi ilk sahnelerinde kendisine sataşan arkadaşlarına sivri diliyle saldıran, agresif tavırlarından vazgeçmeyen asabi bir genç olarak tanıyoruz. Ama küçük öğrencilere yaptığı abiliği ve gösterdiği yakınlığı gördüğümüzde, dışardan göründüğü kadar problemli olmadığını fark ediyoruz. Yaşadığı baba ve anne sorunları, açıkçası öyle kolaylıkla çözülecek gibi değil. Asyalı çocuğa ‘Arkadaşlık abartılıyor’ dediği sahnede yatılı okul ortamını çözmüş, olgun biri olduğu anlaşılıyor. Buna karşılık, genç yaşta aile sıcaklığından mahrum kaldığını unutmamak gerek. Sonuçta, o da Hunham gibi yalnız ve kırılgan biri.

        Ne var ki, Mary Lamb’in yaşadığı evlat acısının yanında her ikisinin de sorunları gayet aşılabilir veya önemsiz geliyor insana. Kendi adıma filmin gizli merkezinin Mary’nin hiç bitmeyecek kederi olduğunu düşünüyorum. Mary’nin olanca soğuk kanlılığıyla anlattığı geçmiş öyküsünü dinlediğinizde, boğazınız düğümleniyor. Orada kapitalist toplumda asla aşılamayacak sınıfsal meseleyle yüzleşiyorsunuz.

        Filmi gördükten sonra Da’Vine Joy Randolph’un neden yardımcı kadın oyuncu kategorisinde bütün ödülleri topladığını anlıyorsunuz. Çünkü Mary, filmin kalbi gibi. Noel ruhunu filmde süslü çam ağaçları, şarkılar veya başka bir şey değil; bizzat Mary’nin kendisi temsil ediyor. Adının Meryem Ana’ya (Holy Mary) gönderme olduğunu söylemek aşırı yorum olmaz. ‘Noel’de çocuklara biraz iyi davran’ diyen okul müdürüne ters yanıtlar veren kibirli entelektüel Hunham, filmde bir tek onun dediklerini dinliyor mesela. Problemli ergen Angus, Mary’nin desteğiyle Hunham’dan istediğini alıyor, onun varlığıyla ruhunu güçlü tutuyor. Çünkü Mary, 20 yaşını görmeden Vietnam Savaşı’nda can veren biricik oğlu Curtis’ten ayrı ilk Noel’ini geçiriyor. Sahi, hangisinin acısı onunkinden büyük olabilir ki?

        Alexandre Payne filmlerinin en sevdiğim yanı, keskin ironi duygusuyla karakterlerin çektiği acıları yan yana getirebilmesidir. İflah olmayacak problemli yan karakterleri sever Payne. Erkeklere oranla kadınlar daha sağduyulu ve sağlamdır. Mary Lamb de onlardan biri.

        Payne filmlerinin merkezindeki şaşkın erkek karakterler, her şeye rağmen umut vadederler. Sorunlarını çözemeseler dahi bir şekilde doğru yolu bulabileceklerini hissederiz. ‘Geride Kalanlar’ın finalinde de aynısını görüyoruz. Filmin katarsis vadetmeyen muzip finalinde Payne’in yönettiği ‘Sideways’i, yine Paul Giamatti’nin oynadığı karakterin hamburgercide içtiği kaliteli şarabı hatırladım. Hak ettikleri şekilde tadına bakılmayan iki içki arasındaki en önemli fark, birinin satın alınmış, diğerinin aşırılmış olması… Ufak tefek şeyler aşırmanın Angus ile Paul Hunham’ı ‘yaramazlıkta’ birleştiren bir yanı da var.

        Final dahil filmin çoğuna hükmeden mizah duygusunda kuşkusuz Paul Giamatti’nin oyunculuğunun önemli katkısı var. Paul Hunham’ın arada Latince alıntılar yapması, Eski Roma’dan örnekler vermesi, yaşadığı dünyanın dışında kalma inadının, özgüveninin göstergesi. Noel Baba kılığına girmiş yaşlı adamla barmene Noel Baba’yla ilgili verdiği tarih dersi unutulmaz; en çok o sahnede güldüm. Ayrıca Mary ile iki bekar insan olarak ‘evli çiftlerin’ yarıştığı popüler TV programını izlemeleri de akılda kalıyor. Film ilerledikçe Hunham’ın, zekâsı, dili ve derin kültürüyle kendine yeten, hayattan zevk alan biri olduğu netleşiyor. Geçmiş öyküsünü dinlediğimizde, akademik hayatının bitmesinin temelinde de sınıfsallık görüyoruz. Mary’nin veya ruhun kurtarıcısı ‘Meryem Ana’nın ona hediye ettiği boş defter, belki her şeyi değiştirecek. Ya hayalini kurduğu monografiyi yazacak ya da her gece kafayı bulup sızacak. Son sahnede tercihinin ne olacağını hissettiren bir şey yaptığını belirtelim.

        Senaryosu David Hemingson’a ait olan ‘Geride Kalanlar’ın, seyredenlerin kendini iyi hissetmesi için çekilen bir Noel filmi gibi tasarlanmadığını biliyorum. Sonuçta, gerçekçi, buruk bir dram. Ama hayatları hiç de iyi gitmeyen farklı kuşaktan üç karakterin Noel’de birbirlerine sığınması, galiba bize iyi geliyor, içimizi ısıtıyor. En azından ben öyle hissettim. Hunham ile Mary’nin Angus’a şefkat göstermesi; Hunham ile Angus’un Mary konusundaki hassasiyetleri ve Mary ile Angus’un okulun en gıcık hocası Hunham’ı içten içe sevmeleri, filme derin bir duygusallık ve sıcaklık veriyor.

        Alexander Payne önceki filmlerinde olduğu gibi karakterleri öne çıkaran bir anlatım tutturuyor. Ama görüntü yönetmeni Eigil Bryld ile birlikte ‘Geride Kalanlar’ı 1970’den gelen bir film gibi tasarlamak için elinden geleni yaptığı belli. 35 mm pelikülle çalışmak yerine yaptıkları testlerin ardından Arri Alexa kamera ve Panavision H serisi lensler kullanmaya karar veriyorlar. Özellikle de 55mm lensin istedikleri retro duyguyu tam olarak yansıttığını fark ediyorlar. Tüm bunlardan bana yansıyan, dönem filmi havasını alışagelmişin dışında, daha organik diyebileceğim şekilde yakalamaları...

        Bu arada, özellikle açılış sahnesindeki müzik tercihlerinin filmin anlattığı farklı dünyaları işaret ettiğini düşünüyorum. Açılışta, kilisedeki koro provası hem filmin genelindeki Noel şarkılarını hem Mary’nin inancını temsil ediyor. Sonra kamera, Damien Jurado’nun tıpkı film gibi 1970’lerden gelme gibi duran ‘Silver Joy’ şarkısıyla Barton Academy’nin bahçesinde dolaşıyor. Kameranın Paul Hunham’ın ofisine girmesiyle klasik müzik başlıyor. Angus’u yatakhanedeki isyankâr rock ritimleriyle tanımamız tesadüf değil. Son olarak, Angus ve Paul’ün sinemada ABD’de 23 Aralık 1970’de vizyona giren ‘Küçük Dev Adam’ı (Little Big man) izlemelerini not edelim. Gerçi Paul film sırasında konuşarak, Angus da salondan kaçıp giderek bizi hayal kırıklığına uğratıyor ama en azından dönemin ‘Yeni Hollywood’ ruhuna selam gönderiliyor.

        ‘Geride Kalanlar’, mütevazı ama gerçekten sağlam film. Geride güçlü bir sinema tadı kalıyor. Öyle ki, bittiğinde ilk fırsatta bir daha seyretmeyi düşünüyorsunuz.

        8/10