Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar 'Roman'tik Amerikan ırkçılığı
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Ödül sezonunda adından çok söz ettiren ve senaryo dalında Oscar kazanan ‘Amerikan Romanı’ (American Fiction), Percival Everett’in 2001’de yayımlanan ‘Erasure’ adlı romanından yönetmen Cord Jefferson tarafından sinemaya uyarlandı. Filmin konsepti o kadar parlak ki, uyarlamanın neden bu kadar geciktiğini anlamak kolay değil.

        Film, finale doğru birbirleriyle entegre olan dört dramatik odağa sahip. İlk odak, ana karakter Thelonius ‘Monk’ Ellison’ın (Jeffrey Wright) ‘aile meselesi’ üzerinden gelişiyor. Los Angeles’taki üniversitede edebiyat dersleri veren Monk’ın, Boston’da yaşayan ailesinden kopuk bir hayat sürdürdüğünü öğreniyoruz filmin başında. Beyaz öğrencisiyle yaşadığı sorun nedeniyle işinden uzaklaştırıldığında, ailesini ziyaret etme konusunda hevesli olmadığını hissetmek zor değil. Doktor olan ablası Lisa (Tracee Ellis Ross), annesi Agnes (Leslie Uggams) ve ailenin emektar yardımcısı Lorraine (Myra Lucretia Taylor) tarafından ne denli sıcak karşılandığını gördüğümüzde, ailesinden neden uzak durduğunu anlamakta zorlanıyoruz açıkçası.

        Film ilerledikçe, Monk’ın önceliğinin hiçbir zaman ailesi olmadığını, gençliğinden beri daha çok kendisine ve yazarlık kariyerine önem verdiğini anlıyoruz. Asıl mesele ise aileyle ilgili maddi manevi her tür sorumluluktan uzak durma isteği… Ailesinden öylesine uzak ki ablası ve estetik cerrah erkek kardeşi Dr. Clifford ‘Cliff’ Ellison’ın (Sterling K. Brown) yaşadığı maddi sorunlardan tümüyle habersiz. Lisa, anneleri için maddi yardım istediğinde çok şaşırıyor. Ama filmin ‘ilk perdesini’ bitiren trajik olayın ardından Monk, sorumluluk alma konusunda elini taşın altına koymak zorunda kalıyor.

        Hikâyenin ikinci odağı, Monk’ın yaşadığı mesleki kriz ve maddi sorunlar üzerinden şekilleniyor. Saygın yazar olarak tanınsa da kitapları satmıyor. En kötüsü, yayınevleri yeni romanıyla ilgilenmiyor. Reddedilme gerekçesi, metnin ‘Afro-Amerikan deneyimi’ konusunda hiçbir şey içermemesi…

        Para kazanmaktan ziyade ‘yayınevlerinin Afro-Amerikan deneyimi beklentileriyle dalga geçmek, onları kendileriyle yüzleştirmek’ için yazdığını iddia ettiği; önce ‘My Pafology’, sonra ‘Fuck’ olarak adlandırdığı kitabın neden olduğu olaylar sırasında açıkçası Monk’ın tavırlarında birçok çelişki gözlemliyoruz. Stagg R. Leigh mahlasıyla yazması bir yana telefonlara çıkıp ‘Stagg’ gibi konuşması, kitabı sinemaya uyarlamak isteyen beyaz yapımcı Wiley (Adam Brody) ile yüz yüze görüşmeyi kabul etmesi ve jüri üyesi olarak görev aldığı edebiyat ödüllerinde yalanını ısrarla sürdürmesi, filmin mizahi yanını ayakta tutan bir sosyal taşlama... Ama Monk’ın giderek battığı bir süreç aynı zamanda. Çünkü romanı yazarak, kendi ilkeleriyle çelişiyor.

        Filmin üçüncü odağı olarak gelişen romantik öykü, yani Coraline (Erika Alexander) ile yaşadığı duygusal ilişki, yine Monk’ın tutarsız davranışları nedeniyle krize giriyor. Takma isimle yazdığı romanı Coraline’dan saklaması zaten problem. Ama asıl olarak ‘ucuz ve kötü’ olarak gördüğü kitapla ulaştığı başarıya duyduğu öfke, Monk’ı içten içe yiyip bitiriyor. Üstelik, kitap üzerindeki kontrolünü yavaş yavaş kaybediyor. Kitap onu yönetmeye başlıyor. Tüm bu süreçte atlanmaması gereken nokta, Monk’ın kendini değil sürekli başkalarını suçlaması…

        Son olarak dördüncü odağa, yani filmin kalbindeki asıl meseleye gelebiliriz. Hikâye bir yanıyla, Monk ve ailesinin temsil ettiği rafine kültürün ABD’deki beyazlar tarafından görülmemesi, kabul edilmemesi üzerine kurulu. Çünkü ABD’nin kültür ve sanat hayatını belirleyen liberal elit beyazlar, Afrika kökenlileri ‘kenar mahalle, yoksulluk, eğitimsizlik, suç, uyuşturucu, şiddet ve silah’ ile ilişkili olarak görmek istiyorlar. Onlardan hep aynı mağduriyet hikâyelerini bekliyor; söz konusu anlatıları okuyarak, seyrederek, dinleyerek beyaz atalarının suçlarıyla yüzleşiyor ve vicdanlarını rahatlatıyorlar. En önemlisi, siyahları ‘oldukları gibi kabul ettiklerine’ inanıyorlar. Oysa, sadece kendi zihinlerindeki siyah imgesini kabul ediyorlar. Monk gibi kenar mahallede büyümemiş, tam aksine iyi eğitim almış, argosuz aksansız düzgün İngilizce konuşan donanımlı siyahların kültürü çok da ilgilerini çekmiyor. Hele Monk gibi birinin çıkıp ‘beyaz yazarlar’a tahsis edilen elit edebi alanlara girmesini hiç önemsemiyorlar. Çünkü bu onlara ‘yeterince siyah’ gelmiyor. Monk’ın mağduriyeti onların suçluluk duygularını kapsamıyor.

        Suçluluk duygusu demişken açılış sahnesine dönmekte yarar var. ‘Nigger’ kelimesini tahtada görmeye dahi katlanamayan beyaz kız öğrencinin samimiyetinden belki kuşku duyamayız. ‘Nigger’ bugün beyazların ırkçı zulmüyle özdeşleşmiş bir kelime artık. Krize neden olan ‘The Artificial Nigger’ adlı öykünün Güneyli kadın yazarı Flannery O’Connor’ın ırkçılık konusunda çelişkilerle dolu bir beyaz olduğunu belirtelim. ‘Nigger’ kelimesini yazılarında kullanmaktan hiç çekinmeyen, ABD’deki ayrımcılığa karşı çıkan, Martin Luther King’i çok seven ama özel hayatında siyahlardan uzak durduğunu saklamayan biri O’Connor. Aynı zamanda inançlı bir Hıristiyan. Ve Monk, öykünün adını tahtadan silmeyip bir beyazı mağdur ettiği için okuldan uzaklaştırılıyor. ‘Amerikan Romanı’ işte böylesine tuhaf bir utanç ve mağduriyet karmaşasıyla başlıyor.

        Monk haklı olarak klişeleri teşvik eden beyaz bakış açısının birinci elden kurbanı olduğunu düşünüyor. Ama sadece beyazların değil, siyahların da aynı klişelere hayat verdiğini biliyor. Filmde edebiyat, televizyon ve sinemadan söz edilse de ABD’de Afro-Amerikan popüler kültür endüstrisinin hayli geniş bir alana yayıldığını hepimiz biliyoruz. Tabi ki, siyahlar bu endüstrinin en önemli parçalarından biri. Dolayısıyla, Monk dahil onlar da sosyal taşlamanın dışında tutulmuyor.

        Öte yandan, film, beyazların zihnindeki kenar mahalle kültürünün hayal değil, inkâr edilemez somut bir ABD gerçeği olduğunun altını çizmeyi ihmal etmiyor. Monk’ı en çok, kenar mahallede yetişmeyen ama orayı anlatan yazarların rahatsız ettiğini hissediyoruz. Ama yazdığı romanın kendisini de bir taklitçiye dönüştürdüğünün elbette farkında.

        Tam da burada, Issa Rae’nin canlandırdığı Sintara Golden’in anahtar karakter olduğunu söyleyelim. Kenar mahalleden gelmediği çok belli, iyi eğitimli, elit yayınevlerinde çalışmış biri Sintara. Yazar olarak çıkardığı ilk kitabı ‘We’s Lives in Da Ghetto’da beyazların kendisinden beklediğini vermekten hiç rahatsızlık duymuyor. Onu edebiyat festivalinde ilk kez gördüğümüzde, kitabını okumaya başladığında, aksanını aniden değiştiriyor ve kenar mahalle jargonuyla yazılmış cümlelerini peş peşe sıralıyor.

        Ödül jürisinde yan yana gelen Sintara ve Monk’ın edebiyata olan yaklaşımlarını tartıştıkları sahne, filmin kritik anlarından biri. Fikirleriyle Monk’ın saygısını kazanan Sintara, aralarındaki konuşmada hiç de anlamsız şeyler söylemiyor. Ki Monk’ın, orada Sintara kadar açık kalpli olmadığını unutmamak gerek.

        Peki, adını caz müziğinin efsane piyanisti Thelonious S. Monk’tan alan yazarımız, kendisiyle yüzleşiyor mu? Aslında her şeyi para, hatta annesi için yaptığını söylese, belki ortada çok daha anlaşılabilir bir durum olacak. Ama kibirli Monk’ın kafası fazlasıyla karışık. Monk’ın romanlarını seven Coraline’ın kitapla ilgili görüşü ise yaşadığı rahatsızlığı zirveye çıkarıyor. Açıkçası, o noktada bizim de kafamız karışıyor. Burada Coraline’ın kötü edebiyattan hoşlanma ihtimali kadar romanın gerçek Monk’ın yazarlığından parçalar barındırma ihtimali de beliriyor. Yönetmen Cord Jefferson’ın istediği tam olarak bu kafa karışıklığı galiba. O yüzden nerdeyse 4 ayrı final seyrettiriyor bize. İlki, senaryonun kaçak oynamasından başka bir şey değil. İkinci ve üçüncüsü, baştan sona klişeler üzerine kurulu. En anlamlısı elbette dördüncüsü ama yine de Monk’ın değişim veya iç aydınlanma yaşayıp yaşamadığı gibi soruların kesin yanıtlarını vermiyor. Evet, ailesiyle olan ilişkisine baktığımızda, sorumluluk alarak önemli bir adım atıyor, maddi sorunlarını çözüyor. Ama yazarlık serüveni açısından nereye geldiği ve nereye gideceği belirsiz. Monk’ın ruhunun gerçek ihtiyacıyla ilgili en anlamlı ve aydınlatıcı cümle, onu çocukluğundan beri tanıyan ve boşanmasının ardından eşcinselliğini açık şekilde yaşamaya başlayan kardeşi Cliff’den geliyor: ‘İnsanların seni her şeyinle sevmesine izin ver’ diyor ona… O noktada Monk’ın aileden, yani metaforik olarak kendi halkından uzak kalma isteği, yerli yerine oturuyor ve her şeyin altında bir aidiyet hikâyesinin yattığını da fark ediyoruz.

        Monk, filmin başlarında Afrika kökenli olmasına rağmen yazdığı eserin neden ‘siyah kitap’ olarak kabul edilmediğini soruyor menajeri Arthur’a (John Ortiz). Ama Boston’daki zincir kitapçıda romanlarının ‘Afrikalı Amerikan Eserleri’ başlığı altında sergilenmesi, nedense onu çok kızdırıyor. Kitapların, yazarların ırkına göre tasnif edilmesine karşı çıkmakta kuşkusuz haklı. Lakin, kitabının ‘siyah’ kabul edilmesi gerektiğini söylemesine rağmen ‘siyah kitap’ raflarında yer almaya dayanamaması, inkâr edilemez bir çelişki. Burada, tıpkı ailesi gibi diğer siyah yazarlardan da uzak durmak istediğini seziyoruz. Film boyunca babasıyla Monk arasında yapılan benzetmelere dikkat etmek gerekiyor. Belli ki, Monk ya babasının kaderini paylaşacak ya kendiyle yüzleşecek. Kritik anlardan birinde gördüğü o meşhur beyaz bebeğe bakan siyah çocuk fotosunu unutmamak gerekiyor. Ezcümle, Monk beyazların kendini görmemesinden rahatsız ama onun da beyazlara kendini göstermek gibi bir derdi olduğu aşikâr.

        Finalde stüdyonun dışında, yeni tür ‘blaxploitation’ (siyah istismar) filmlerinden biri olduğunu hissettiğimiz ‘Plantation Annihilation’da köleyi canlandıran oyuncuyla göz göze gelmesi üzerinden bakarsak; ne denli elit olursa olsun veya ırklara inanmadığını söylesin, Monk’ın Afrika kökenli Amerikalıların tarihsel serüveninin bir parçası olduğuna dair açık ve ironik bir ima var.

        Cord Jefferson’ın yönettiği ilk uzun film ‘Amerikan Romanı’, başta Jeffrey Wright olmak üzere oyunculukları, ele aldığı temada ulaştığı derinlik ve yenilikçi yaklaşımıyla sinemaseverlerin kaçırmaması gereken bir film. İncelikli mizah duygusu hayli eğlenceli. Monk’ın ‘Stagg’ olmaya çalıştığı anlar bir yana, asıl olarak filmdeki beyazlar ve onların ‘Fuck’ kitabıyla kurduğu ilişki çok güldürüyor. (Prime Video)

        8/10