Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Klasik müzik deyince akla ilk gelen isimlerden biri; Evin İlyasoğlu… Müzik ve gazete yazıları, kitaplar, öğretim üyeliği, TV ve radyo programları… Ve yine klasik müzik nağmelerinin ses verdiği adreslerin başında gelen Yeditepeli şehrin İstanbul’un vazgeçilmezlerinden Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Hall’in yöneticilerinden, hem de 18 yıldır… Ona “müzik anlatıcısı” diyorlar… Albert Long Hall’de bugünlerde yine bir heyecan ve koşturmaca hakim; malum İstanbul için hareket vakti! Değişemeyen dünya halleri ortada, ama öncesinde faniliği dert bilmeyip biraz kafa dağıtalım, sonrasında da geceyi çoğaltanlarla kelama düşelim diyenlerdenseniz işte size bir güzergah adresi daha: Sonbaharı Boğaziçi manzarasına karşı yine Albert Long Hall’in klasik seçkisiyle karşılamak lazım minvalinde, rotamızı Evin İlyasoğlu’nun yamacına çevirdik! Ve en temizinden klasik müzik kadrajlı bir kelam gerçekleştirdik… İşte o kelamdan bana kalıp da yazıya dökülenler...

        KONSER SALONLARIMIZ BİR MARKA HALİNE GELDİ

        18 yıldır yöneticilik tecrübesinden sonra ilk başladığınız dönem ve bugün arasında ne gibi farklar var; hem sizin kişisel kadrajınız hem de müzik sektörü açısından?

        Öncelikle okulumuzdaki olanaklardan yola çıkmıştım: 1863’teki Robert Kolej olarak kuruluşundan bu yana okulun başlıca özelliği dersler kadar ders dışı aktivitelere, kültüre önem vermekmiş. Bizim harika akustiğe sahip bir salonumuz, gerçek bir kilise orgumuz, Steinway marka, nice konser salonunda olmadığı kadar nitelikli iki piyanomuz ve hazır bir dinleyici kitlemiz vardı. Düzenlediğim programların içeriğine hep çok önem verdim. Hem klasik müziği çok çatık kaşlı göstermeyecek yapıtlar seçtim, hem de üstün nitelikli sanatçılar getirmeye çalıştım. Doğal ki sponsor bulmak her dönem ayrı bir sorundu.

        Simdi değişen iki şeyin fotoğrafını çekiyorum: Birincisi artık konserlerimiz bir marka haline geldi; sponsor aramak yerine okla yapılan bağış sahiplerine bizim konserlerimizi ikram ediyoruz. İkincisi de artık rastlantıyla konserlere gelen öğrenciler yerine seçip de gelen bir öğrenci kitlesi oluştu.

        Maalesef yaşadığımız coğrafyada, akademik açıdan müzik üzerine çok fazla kitap yazılamıyor ya da okumalar yapılamıyor; hatta müzik yazarları ve akademisyenler bile bu platformdaki boşluğa sahip çıkamıyor; sizce neden?

        Ben böyle düşünmüyorum. Besteciler üstüne biyografiler, müzik tarihi üstüne cilt cilt kitaplar yazılıyor. Benim müzik tarihi kitabım “Zaman İçinde Müzik” (Remzi Kitabevi) onuncu baskısını yaptı ve bugüne kadar 40 binin üstünde sattı. Ahmet Say, İrkin Aktüze, Aydın Büke, nice müzik tarihi içeren kitaplar yayımladılar. Pan Yayıncılık, yalnız müzik, her dalıyla müzik kitapları yayımlıyor yıllardır. Klasik müziğin alıcısı bütün dünyada azdır. Kendini belli bir eğitim süzgecinden geçirebilen insanın ulaştığı, ulaşıldığı zaman da sizi bulutların üstünde uçuran bir daldır klasik müzik. Sabırla, dinleyerek, araştırarak bu sihirli dünyanın kapılarını aralarsınız. Sorun çok fazla kitabın yayımlanması değil, yayımlanmış kitapları iyi değerlendirecek okur ve dolayısıyla dinleyici yetiştirebilmemiz.

        “Sadece dinlemek değil, müziği anlatmak için” diyorsunuz bir söyleşinizde biraz açar mısınız?

        Hayatım boyunca yaptığım her işte bunu inceledim. Müziği dinlemek veya dinletmek değildi amacım. Arka planda yatanı, derinlerdeki izleri aktarmaya, okurumla da paylaşmaya çalıştım. Özellikle konserlerdeki program notlarına çok önem veriyorum. Her dinledikleri yapıtın öyküsünü, bestecisini, zamanını anlatan programlar yazıyoruz. Eserlerin sürelerini koyuyoruz yanlarına. Müziği sadece dinlemiyor gelenler, aynı zamanda bilgileniyor.

        NÂZIM’IN ‘SALKIMSÖĞÜT’Ü BİR MÜZİK YAPITI OLDU

        Bu kapsamda yeri gelmişken de Nisan ayında çıkan kitabınız “Salkımsöğütün Türküsü”nden bahsetmenizi rica ediyorum…

        Bu benim 24. kitabım oldu. Ressamların retrospektif sergisi gibi bir derleme. İlk yazarlığa soyunduğum günden bu yana izlenimler, portreler ve değinmeleri içeriyor. Daha liseyi bitirirken yazdığım bir deneme yazısı o zamanlar çok popüler olan edebiyat dergisi, Yeni Dergi’nin birinciliğini kazanmıştı. Nâzım Hikmet’in “Salkımsöğüt” şiirini bir müzik yapıtı olarak ele almıştım. Ne cesaretmiş, şaşıyorum şimdi. Bir yandan şiir yazıyordum, bir yanda konservatuvarda piyano öğrencisiydim. İşte müzikle şiir öylece birleşmişti. Bu denememi de kitaba aldım. Şimdi geriye dönüp bakınca müzik yazarlığım da öylece başlamış. Bence bu kitabın en yararlı yönü bir piyanist, bir orkestra şefi veya bir müzik yazarıyla konuşma yapacak nice genç yazara yol göstermesidir. Bir yandan da içindeki dünyanın ünlüleri kadar bizim sanatçılarımızı da içermesi bakımından bir belge niteliği taşımakta.

        Gelelim müzik aşkınıza, ne zaman, nasıl başladı?

        Annem piyano çalardı. Evde piyano vardı. Ben de altı-yedi yaşımda piyanoya başladım. Harika bir Ermeni hocam vardı. Birkaç yıl sonra konservatuvara verdiler. İşte boğuntulu sokaklar o zaman başladı. Berbat bir bina, onların usulünde ellerimi tutmadığım için ciyak ciyak bağıran ihtiyar bir hoca. Sonra Ferdi Ştatzer bana acımış. Yeni mezun ettiği öğrencilerinden bir hocaya Özen Veziroğlu’na yönlendirdi. Yaz boyunca ve hafta sonları da Ferdi Bey ile çalıştım. Sonra hem Robert Kolej’de okumak, hem erkek arkadaşımı evden gizlemek, hem yaşadığımız Arnavutköy’den Cağaloğlu’ndaki konservatuvara gidip gelmek, hem de okulda “İzlerimiz” adlı tarihi dergiye editörlük yapmak, beni çok zorladı. Piyanomu hiç bırakmadımsa da konservatuvarı bıraktım.

        Bir dönem Amerika maceranız olmuş ondan bahsedebilir misiniz?

        Eşimle tanıştığımızda 16 yaşında bile değildik. Sonra evlenip, iki yıl Amerika’ya gittik. Eşim Michigan State Üniversitesi’nden master derecesini aldı. Ben bir yandan okulun harika kütüphanesinde çalıştım, bir yandan gece derslerine girip karşılaştırmalı müzik tarihi, müziği yazmak gibi dersler aldım.

        Radyoda program yapmışsınız, süreç nasıl gelişti? Günümüzdeki klasik müzik radyo programlarını yeterli görüyor musunuz ya da neler yapılabilir daha çok kitleye ulaşabilmesi için?

        Amerika’dan döndüğümde bir kızım oldu; Ekin. Sonra 1973’te radyonun program müdürü Ergin Ertem ile tanıştım. O sıralar 20. yüzyıl müziğine odaklanmıştım. Amerika’dan bir dolu plak getirmiştim. Onları uzun uzun dinleyip, müzik tarihi içinde karşılaştıran yazılar yazıyordum kendi kendime. Gel, radyoda çağdaş müzik programı yap dedi. Öylece “Çağdaş Müziğin Öncüleri” adlı program dizime başladım. Sonra “Çağdaş Müzikte Folklor” dizisiyle Türk Dil Kurumu Ödülü kazandım. Derken “Çağdaş Bestecilerimizle Söyleşiler” program dizim başladı.

        1980’lerde Milliyet Sanat’ta yazmaya başlamışsınız, sonrasında ilk kitabınız “25 Türk Bestecisi”ni çıkarmışsınız, o süreçte neler yaşadınız ve sonrasında nasıl gelişti?

        AKM GİBİ BİR MERKEZ OLMAMASI UTANÇ VERİCİ

        Bu arada 86’da Boğaziçi Üniversitesi’nde eğitmenliğe başlamışsınız, bugünlerde arada bir de olsa yeniden gençlerle derslerde buluşmak ister misiniz?

        Bu programlardan yola çıkarak Milliyet Sanat Dergisi’nde de uzun süre çağdaş bestecilerimizi tanıtan söyleşiler, yazılar yazdım. “25 Türk Bestecisi” hem Türkçe hem İngilizceydi. Sonra Güneş Gazetesi’nde ve Cumhuriyet’te yazmaya başladım. Konser eleştirisi de yazıyordum ama daha çok okuru aydınlatmak, klasik müzik gibi derin ve sihirli dünyaya çekmek istiyordum. Hala Cumhuriyet’te yazıyorum! 86’da, Boğaziçi’nde derslere başladım. Aynı zamanda 90’lı yıllarda Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde müzik tarihi, estetik ve kendi kitabımın, “Zaman İçinde Müziğin” adını taşıyan bir doktora dersi verdim. Şimdi nice radyo ve televizyon kanalında öğrencilerime yönetici olarak rastlamak kıvanç verici... Okulu hiç bırakmadım ki, gençlerle hep içeyim. Onların gözlerindeki istek ya da bıkkınlık benim konser programlarımı yönlendiriyor, köşe yazılarıma ışık tutuyor.

        Bütün programı, konsepti siz mi hazırlıyorsunuz; neye göre belirliyorsunuz?

        Evet, ben hazırlıyorum. Yıllardır hep sonbahar ve ilkbahar olarak yılı ikiye bölüyoruz. Her dönem 11-12 konser koyuyoruz. Programları çeşitlendiriyorum. Bir orkestranın ardından, ikili veya üçlü bir oda müziği, bir orglu konserin ardından, daha geniş bir topluluk gibi, Ama her dönem mutlaka piyano solomuz, oda müziklerimiz, orgumuz, şan (insan sesi) içeren konserler oluyor. Bir de sanatçıların niteliklerine dikkat ediyorum. Çok ünlü, dünyanın çatısından getirttiğimiz bir sanatçının ardından, genç çocuklarımızdan oluşan bir konser dinletebiliyoruz.

        Bu yıl bizi bekleyen Boğaziçi’ndeki konser serisinden sizi heyecanlandıran hangisidir? Programdan bahsedebilir misiniz?

        Açılış konserimizde Gürer Aykal gibi bir şefimiz, Amit Peled gibi Amerika’dan getirdiğimiz İsrail-Amerikalı ünlü bir çellistimiz var. Sonra bir Polonyalı yaylı çalgılar dörtlüsü: Apollon Musagate Quartet. Ardından Cem Mansur yönetiminde bir gençlik oda orkestrası var. Bunun solisti de 11 yaşındaki Emir İlgen. Sonra genç ve parlak bir Polonyalı piyanist var: Mateusz Borowiak. Onun ardından iki İngiliz sanatçı: Biri trompet diğeri orgumuzu çalacak. Camerata Salzburg solistleri artık bizim dizilerin akrabası oldu, yıllardır katılıyorlar. Bu yıl da bir Schubert programıyla konuğumuz. Bir Hollandalı koro konuklarımız var. Barış için Müzik Çocukları da bizde ilk kez çalacaklar bu yıl. Esen Kıvrak, Çağ Erçağ ve Başar Can Kıvrak’tan Çaykovski ve Piazzola’yı içeren bir trio dinleyeceğiz. Bizim en müthiş piyanistlerimizden Hüseyin Sermet’i de derinlikli bir programla dinleyeceğiz. Berlin Filarmoni’nin birinci arpçısı Marie Pierre Langlamet ve Los Angeles Filarmoni’nin birinci flütçüsü Julien Beaudiment lirik bir program sunacaklar. Mevsimi Rusların Musica Viva Orkestrasıyla Alexandr Rudin yönetiminde ve soprano Liliya Gaysina solistliğinde kapatacağız. Tam bir yeni yıl coşkusu…

        Türkiye’deki klasik müzik kitlesini, dünyadaki klasik müzik kitlesiyle karşılaştırdığımızda ne gibi farklılıklar gözlemliyorsunuz?

        Bize polifonik müzik 1920’lerde girmeye başladı. Düzenli konserler, radyolarda düzenli programlar ise 1930’ların sonlarına rastlıyor. Konser salonlarımızın sayısı arttı ama AKM gibi bir merkez olmaması utanç verici. Böylece dinleyici oraya buraya serpiliyor. AKM’de konser-opera izlemek bir eğitimdi. Şimdi Opera sahnemiz bile yok koskoca İstanbul’da. Batıda ise konser salonlarının yaşları yüzlerce yıllık... Gelenekler oluşmuş. Aileler konser abonmanlıklarını çocuklarına bırakıyorlar. İcraları veya eseri beğenmeyebiliyorlar; daha geçen hafta Berlin Filarmoni konserinde bir besteci ıslıklandı...

        Yeterince ilgi gösterilmiyor mu klasik müziğe yoksa oluru bu kadar mıdır, zamanla mı gelişecektir süreç? Bu gelişimde klasik müzik yaratıcılarının yapması gerekenler nelerdir?

        Okullardan müzik dersleri kalkıyor. Müzik deyince klasik müziğe çok yabancıyız. Onun iyileştirici, insanın ruhunu yükseltici bir müzik dalı olduğunu öğretmeliyiz insanımıza. Kaç kişinin evinde bir CD köşesi vardır? En varlıklı, soylu sandığınız aileler de arabesk dinliyor. Müziği bir eğitim, kültür aracı olarak değil de sadece bir eğlence olarak kabul ediyorlar.

        Son olarak söylemek istediğiniz bu da benim için önemli dediğiniz bir mevzu varsa seve seve paylaşmak isterim…

        Çok bunaldığınız bir dönemde sabahları Mozart’ın müziğini dinleyerek güne başlayın. İnanın ki gün boyu kendinizi başka türlü hissedeceksiniz.

        Konser programı için: www.klasikmuzik.boun.edu.tr

        Diğer Yazılar