Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bi vaktiler, birileri; ‘hayat, nereden ve ne şekil kafayla baktığınla değişiyor’ demişti. Memleketin halet-i ruhiyesini dikize yatınca; tam da bu minvalde, ‘ne cins kafa’lara sahip olduğumuz mu ortaya çıkıyordu ne! ‘Buralar bizim değil’ yahut ‘buralar bizim olmamalı’ diyordu ya genç bedenlere sıkışan, bu alemin koca yüreklileri işte şimdi tam da bu düzlükte içilen ve yenilen hayatın acı suyu geliyordu damaklara... “Şimdi gerçekten de uyumak istiyorum. Yorulduğum ya da uzun bir mücadelenin sonunda güzel bir şeye kavuşmanın huzurunu hissettiğim için değil. Güzel günün, güzel şeylerin geçici olduğunu unutmak için uyumak istiyorum. Geçicilik duygusunun insanı hep hazır olda tutan despotluğundan kaçmak için uyumak istiyorum. Böylece güzelliğin daha da küçük geçici bir parçasına razı olarak uykuya dalıyorum. Uyandığımda gün bitmiş oluyor, hayat azalarak sonsuza gidiyor, azalarak sonsuza gidiyor, azalarak sonsuza, azalarak...” Barış Bıçakçı ‘Seyrek Yağmur’da böyle nida ediyor. Kısaca -bence- bile bile yaşayanların coğrafyasından şimdilik devam modunda ilişeduralım, fonumuza da Siya Siyabend ve Jefferson Airplane (özelikle ‘white rabbit’)melodileri eklensin.

        CEZA KOLONİSİ- HUKUK ÖYKÜLERİ’NDEN

        “Yasaların varlığına inanacak ama soyluları yadsıyacak bir parti tüm ulusu ardına toplardı. Ne yazık, böyle bir parti doğmayacak, birimiz bile soyluları yadsımayı göze alamayız. Bu nedenle, tepemizde sallanıp duran bu keskin kılıçla sürdürüyoruz yaşamımızı. Bir yazar durumu şöyle betimlemişti: Uymakla yükümlü olduğumuz, gözle gördüğümüz için var olduğu kuşkusuz tek yasa soylulardır; elimizdeki tek yasadan kendimizi mahrum etmemiz mümkün mü? ...Çünkü yasalarımız, öylesine eski ki, yorumları yüzyıllar boyunca biçimlenmiş, handiyse yorumlar bile yasa halini almış bulunuyor.” En adamım Franz Kafka’nın 1919’da yayımladığı (dört hikayeden oluşan) ‘Ceza Kolonisi / Hukuk Öyküleri’ yahut bir başka adla ‘Ceza Sömürgesi’nde böyle kelama düşüyor hikayenin kahramanı. Kafka okurlarının belleklerinde derin bir yer edinen bu kısa öykü; isimsiz bir ceza kolonisinde geçiyor. Kafka; ‘adalet’ ve ‘insan’, bu iki insanı kendinden alan ve yaran manayı yeniden ameliyat masasına yatırmanızı istiyor bir bakıma…

        Kimi eleştirmenler, Kafka’nın Octave Mirbeau’nun ‘İşkence Bahçesi’ romanından esinlendiğini dile getirseler de iyi bir Kafka okuru bilir ki; üstadın diğer eserlerinde olduğu gibi, bu öyküde de anlatıcı korku dolu olayları dışarıdan izler ya da bu olaylar nedeniyle hissizleşmiş bir haleti ruhiyede anlatır meramını. Metaforlar, metaforlar ve o metarofların derininde iki ayaklı, hikmetinden bir türlü sual olunamayan insanın, sistem içindeki pozu yansır kadraja. ‘Ceza Kolonisi’ de Kafka’nın diğer anlatılarında olduğu gibi ‘insan denen iki ayaklı canlı, bu kadar acımasız olabilir mi?!’ sorusunu kafalara mıhlar ve aslında cevabı kendinde saklı bir efsunu ortaya saçar. ‘Bu kadarız’ yahut ‘tam da buyuz’ dercesine! (Es notu: Öykü, 99’da Charlie Deaux tarafından Zoetrope, 2006’da ise, Sibel Güvenç tarafından In the Penal Colony adıyla iki kez sinemaya uyarlanmış. Beyazperdedeki hali de dikize yatmaya değer.)

        TATBİKAT’A DÜŞEN ‘CEZA KÜLLİYESİ’

        Gelelim yazıyı ve bugünü şereflendiren Kafka’nın ‘Ceza Kolonisi’ne… ‘Dönüşüm’, ‘Şato’ ve ‘Dava’ gibi, okur nazarında us’lara pek de pelesenk olmayan ‘Ceza Sömürgesi’, ne iyi düşünülmüş de Tatbikat Sahnesi’nde ‘Ceza Külliyesi’ olarak ete kemiğe büründürülmüş. (Erken içimden geldi notu: Kafka’nın ‘Açlık Sanatçısı’ adlı mevzusu da miss’dir, kafa açan ve parlatandır, meraklılarına buradan beyan ederim.) Kafka’nın rengini, tiyatro sahnesinde en temizinden oyunlaştıran ekibe, buradan bir kez daha saygılar şelale: Uyarlayan, yöneten Cem Emüler, yönetmen yardımcısı Iraz Yöntem, dekor tasarımı Barış Dinçel, dekor uygulama Hasan Gençyılmaz, ışık tasarımı Mustafa Bal, oyuncular ise Tansel Öngel ve Bahadır Tecimen.

        Şöyle de güzel bir tesadüf olmuş: Emüler, Öngel ve Yöntem yeniden bir araya gelmiş. Üşenmeden hatırlarsak; 2011 yılında, İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı olan ‘Yanık’ın yönetmeni Emüler oyuncularından ikisi de Öngel ve Yöntem’di. ‘Yanık’ konusu ve oyunculukları bakımından etkilendiğim oyunlardan bir tanesiydi, şimdi bu üçlüyü, hastası olduğum Kafka diyalektiğinde yeniden görmek ve deneyimlemek ayrıca çok keyifliydi, eyvallah! ‘Ceza Külliyesi’nin içeriğine, efkarına dalmayacağım, alt metin okumayı, gidip de dikize düşüp, kendi sıfatınızla yapınız recamdır, zira acayip zevkli bir oyunla karşı karşıyasınız, benden söylemesi! Demem o ki; Ceza Külliyesi, Kafka’nın dilini ve anlatımını en olurunda sahneye uyarlayan bir oyundu, en temizinden tebrikler.

        SİSTEMİMİZ AÇIKLAMA YAPMAKLA YÜKÜMLÜ DEĞİLDİR!

        Bazı metinler bakımından, tek kişilik oyunların, izleyende bir süre sonra sancıyla karışık kaşınma yarattığı düşünülürse Öngel’in anlatımının sırıtmadığını söylemeliyim. Ama Kafka üzerine uzun mesailerde bulunmuş -sade- bir okur olarak da biraz daha kendi halinde bir anlatım beklediğimi itiraf etmeliyim. Ankara’dan mezun olan oyuncularda gözlemlediğim bir durum özeti var ki; bir hikayeyi anlatırken anlatmaktan öte yaşama halleri, yer yer (naçizane fikrim) aşırıya düşen işaretlemeleri, sanırım -o noktada- bende bir kırılma, yorulma yaratıyor, hele ki bu dert, Kafka gibi kendi ünleminde, kuyu derinliği sakinliğinin içine kaçan pesimist hırçınlığı olursa, kısaca Kafka jargonunu görme hevesine girdim diyelim, ondandır böyle hafif atarım. Yoksa Öngel’in oyunculuğundan etkilenmemek imkansız! Müthiş bir enerji, orası su götürmez bir gerçek, hatta oyun sonrasındaki hazmetme mesaimde, Öngel’in başka bir hikayede nasıl da beyin loblarını ferahlatacağını düşündüm de heyecanla karışık kamaşmadım değil! Düşünün ki neredeyse sahnede oyuncuyla aynı rolü paylaşan dev bir makine var, bir de biz seyirciler. Öngel mütemadiyen makine çapında (sanki makine de ete kemiğe bürünmüş de replikler karşılıklı şakınıyor gibi, büyülü bir oyunculuk o dakikalar, tam bir keşiflik) -kurduğu diyalog, monolog, histeri, seyirciyle paslaşma hali ve aslında bir makine ile sevişme seansı- ve tüm bunların hep biz izleyenlerle göz teması çizgisinde gerçekleşmesi, bu bakımdan da takdire şayan! (Bu da es geçilmesin notu: Dekor ve ışık tasarımı tek kelime ile muazzam, daha içeriye adım attığınızda etkileniyorsunuz ve evet artık bir ceza külliyesi içindeyim diyorsunuz, o derece başarılı.)

        “Buraya gelmeden önce size ceza külliyemiz hakkında bilgi verildi mi? Aslında sistemimiz açıklama yapmakla yükümlü değildir; ama sizin gibi önemli ve değerli bir heyet söz konusu olunca...” diye başlıyor hikaye ve aslında bu heyet de biz izlekler oluyoruz. İşte birazdan yer yer şaşkınlık, acıma, burukluk, tebessüm ve bilinçaltı yahut DNA aktarımları dedikleri yüzyılın alt metin okumalarına düşeceğimiz hemhalimiz de, anlatıcıdan çokça aynadaki suretimiz oluyor. Bir makine ki; mahkûmu bir gün içinde, yavaş yavaş, sırtına cezasını yazarak kan kaybından öldüren bir aletten bahsediliyor. Sistemden ise en ufak bir şüphe duyulmuyor. Septik yanlarımıza ne oldu derseniz de ‘Ceza Külliyesi’nde ceza ve infaz sisteminin içinde gönüllü gönülsüz bir faniye dönüşüyor diyebilirim. Küçük bir not yahut kulağa küpe niyetine, oyun tek perde ve interaktif... Bitemeyen absürtlükler deryasında, yaşadığımız coğrafyanın beşeri anksiyetesinin taban ve tavan arasında mekik dokuduğu şu günlerde, her şeye rağmen sol yamacınızda atan cevheri yeniden parlatmak ve az da olsa iyi etmek isterseniz Tatbikat Sahnesi’ndeki ‘Ceza Külliyesi’ne rotanızı bi düşürün derim ben! Pişman olmayacaksınız, sonrasında gani kelam garanti…

        O vakit yazının güne veda busesini de yine Kafka ile verelim, şimdilik selametle… “Yasanın ne olduğunu asla öğrenemedim… İnsanın içinde saklı, çekirdek gibi bir değer vardır belki, ger gör ki, bizim bu değere ulaşmak için ne zamanımız ne de isteğimiz var.”

        Tatbikat Sahnesi oyunlar için bilgi: (0212 282 5010 / www.tatbikatsahnesi.com)

        Diğer Yazılar