Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        memisbetul@gmail.com

        “Korkuyorum…” diye fısıldadı!

        Korku, sözlük anlamı: “Belirli bir ağrı veya tehdit olarak algılanan bir durum sonucunda, uyarıcı bir tepki olarak ortaya çıkan yaşamsal bir mekanizma” olarak tanımlanan bir his biçimi. Korkan birine; “Korkma, geçer…” demek, ne kadar saçmaymış, ‘orada bir köy var uzakta’dan öte, yaşayanlarıyla tecrübeledim bunu! Hele ki gökyüzünde gördüklerim, yıldız niyetine bomba parlaklığıysa…

        BARIŞA ÇIĞLIK…

        “Bir köy var çok uzakta / Beyazdan minaresi / Kırmızı damlı evleriyle / Köyümüzdür varmasak da… / Solda güneş yükseliyordu / Güneye giderken” nidasıyla Bulutsuzluk Özlemi fon yaparken kulaklarıma, ben ‘barışa çığlık’ olmak niyetiyle Güney’e doğru yollardaydım…

        Kuzeyde Nur Dağları (diğer adlarıyla Gavur ve Amanos), güneyde Kel Dağları (Cebel-i Akra) ve akabinde Habib-i Neccar Dağları arasında uzun, ince bir yol…

        Bu yol sonunda, kimler ve neler hayata amade durdu yahut kaç insan ezikliği içinize kaçtı derseniz de, cevabı Antakya’nın sokaklarının efsunlu kuytuluğundadır derim… Tek tek yazmayacağım neler oldu diye, zira ‘kültürler mozaği’ Hatay’dan barış seslerinin yükseldiği o iki gündeki tüm şecereyi okumuş yahut işitmişsinizdir zaten. Yeşilpınar Belediyesi’nin önderliğinde, sanatçı ve yazarların katılımıyla, sekiz yıldır düzenlenen Defne Kültür ve Sanat Festivali, bu yıl komşunun ve onun sığınmacılarının yaşadıklarına ses veriyordu. Yazarlar, düşünürler, sendikacılar, siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, kısaca üstatlarının yazı-çizi ve türkülerinde paylaştığı, sözleriyle biraz daha buraların fotoğrafını resmetmeye çalıştığı, bu çığlığın kadrajını (umuyorum) gördünüz veya okudunuz nasılsa!

        ÇAN, EZAN, HAZZAN…

        Bir vakitler, ona Doğu’nun kraliçesi dediler. Kendi toprağının insanı gibi nev-i şahsına münhasır, ters akan Orantes olarak da adlandırılan Lübnan Beka Vadisi’nden doğan Asi Nehri’nin yatağını ejderha tırnaklarıyla açtığı rivayet edildi. Zeus ve Makedonya Kralı Büyük İskender'in ölümünden sonra, onun şöhretli generallerinden Selefkos’un dillere pelesenk ettiği kuruluş efsanesindeki kartalın, yüzyıllarca kentin paralarının üzerinde uçtuğu dillendirildi. Tanrı’lar ve aşka inanır mısınız bilmem ama… Apollon’un aşkı Daphne, burada defne ağacına dönüştü. Ve derler ki Harbiye’nin alımlı şelaleleri, Apollon’un döktüğü sevda gözyaşlarından doğdu. Üç kutsal inanış, buranın semasından ses verdi; çan, ezan, hazzan...

        (Es notu: Şimdi bu labirenti andıran, masalsı sokaklarında dolaşıp, yüzyıllık kapılarından içeri süzülerek evlerin ve avluların, bilmediğim hikayelerdeki kahramanların seslerine misafir olunca anlıyorum: Boşuna bu kente, ‘Türkiye’nin kozmopolit kentlerinden birisidir’ demiyorlar. Kimler yok ki bu kentte; Sünni Araplar, Türkler, Alevi Araplar (Nusayri), Süryaniler, Katolikler, Ortodoks Rumlar, Protestan Araplar, Maruni Araplar, Ermeniler, Yahudiler ve diğer küçük topluluklar.)

        ÇOCUKLAR ÖLMESİN!

        Daracık sokaklarının, ihtişamlı kapılarından girilen evlerinin avlularında, Türkçe ve Arapça ezgilerin yakıldığı, lezzetlerinin cana can kattığı Hatay- Antakya… Bugünlerde, akrabalarının, sevdiklerinin, kısaca sınıra rağmen sınırsızlığın yamacında, akşam sofralarında muhabbete daldıkları komşularının toprağı Suriye, can çekişiyor… Tarihin yazıya vurduğu süreçte, gözümüzün önünde nice toprakların-coğrafyaların canlarının yandığına tanık olduk, oluyoruz da. Korkuyorum ya da yardım edin diyen de onlardan sadece bazılarıydı. Bana ‘korkuyorum’ diye fısıldayansa, elinde ‘savaşlar olmasın, çocuklar ölmesin!’ yazan pankartıyla tebessüm çakan 6 yaşındaki Henna’ydı…

        Daha önceki savaşlara da afetlere de, özgürlüklerin ülkesi-ülkeleri yahut demokrasinin elfleri yetişmişti, binbir hevesle el atmış ve temizlemişlerdi ortalığı(?!)… Finalinde, ortalık tozpembe olacak sananlar, bu toza dumana katılmış hale ‘mukadderat’ dediler ve kuytu köşelerine veya sırça köşklerine çekildiler… Sonra ne mi oldu, hep bildiğimiz mevzular işte, filler tepişir ve çimenler ezilir. Zaten masal da böyle başlamıyor muydu?! ‘Unutmak ve alışmak’ da bu dünya fanisine yaraşan en sahte hissiyattı ya, o minvalde, devam!

        Suriye’deki bildiğimiz hatta bildiğimizi sandığımız mevzular, Hatay’dan hiç de öyle görünmüyordu… Evet, birileri korkuyordu ve birileri de sessizce fısıldayarak belki de bu korku imparatorluğunu yaratmaya çalışıyordu. Kim, kime hizmet ediyor, kim gerçek, kim sahte, rivayetler ve şehir efsanesine dönüşmesi az kalmış en fena tevatürler…

        TRAJİKOMİK HİSSYATTAN BİLDİRİYORUM…

        Sadece korkan Henna’mıydı?! Dağların yamacında, Suriye ile Türkiye’yi ayıran tel örgülerin paralelinde ilerleyerek, çöl sıcaklığından akıp, kafamı kaldırdığımda okuduğum “Başbakanlık Apaydın Konaklama Tesisleri” tabelası, trajikomik hikayenin sadece görünen bir yüzüydü sanki… Adı ile müstesna yer: ‘Konaklama’, ‘Tesis’, ‘Apaydın’… İçlerinde, insanların yaşamaya-konaklamaya çalıştığı-savaştığı tesis… Herkes kendince haklıdır, tanımı şimdi buradan bakınca “nasıl ama”ya dönüşüyor. Haybin saçmalık! (Şaka gibiydi ya hayat, -apaydın-konaklama- manaları pek de gerçekçi durmuyordu sanki?! Hoş, bu ülkenin başbakanına şükranlarını sunuyordu, üzeri askeri üniformalı bu ‘muhalifler’… Vardır bir bildikleri diyor insan içinden…) Tesis dedikleri benim coğrafyamın içinde konuşlanan bir adresti ama girilmesine izin veril-e-meyen… Büyük adamlar, Apaydın ‘Kamp-Tesis-Konaklama’nın (artık siz ne derseniz) yamacında tartışa dururken neden içeri gir-e-mediğimizin durumunu, benim gözüme ilişen o tel örgülerin arasından, 15-16 yaşlarında bir kız çocuğu ve 4-5 yaşlarında bir erkek çocuğu oluyor. Dünyayı algılamak için sadece gözlerimiz yeterli gelmiyor ya bazen, işte o anlardandı. Onlar da korkuyordu, tıpkı oranın yerleşik halkının (Henna) çocuklarının korktuğu gibi…

        SAVAŞ BİTECEK, YA SONRASI

        Hataylılar’ın sıkıntısı, doğdukları bu topraklarda, beylik taslayan edayla dolaşan, maddiyatlı meselelerde hemen başbakanlığa durumu havale eden sözleri sarfederek tehdide varan lakırdılar eden ‘muhalifler’. Yoksa istemedikleri veya korktukları savaş mağduru olan insanlar değil. Yaralı muhaliflerin Alevi doktorlar tarafından ameliyat edilmeyi reddetmesi gibi tuhaf ve saçma mevzular dönüyor ortada… İki günde öyle şeyler öğreniyoruz ki, hangisi gerçek, hangisi abartı kestirmek zor… Zira gerçekten de davulun sesi uzaktan hoş geliyor… Halkın dediği gibi aslında, er ya geç, savaş bitecek ama ya sonrası?! Halkın arasına karışıp da patolojik hale gelen eli silahlı muhalif askerlere ne olacak?! Kültürler mozaği hâlâ ayakta kalabilecek mi? Bir de bunca canın haykırışı bitti artık deyince, bitecek mi?! Sınırdaki küçük kaçakçılık öldü diyor herkes, iyi de o işten para kazananlar şimdi ne yapıyor ya da sonrasında nasıl olacak?

        (Şimdi usuma düştü, üşenmeyip hatırlarsak: “Savaşanların arasını bulun… Taraf olmayın sadece dua edin. Aleviler de kardeşimizdir, ölen de öldüren de kardeşimizdir” şeklinde vaaz veren ve sonrasında algısı egzantrik kişiler tarafından, bu sözleri için şikayet edilerek, görev bölgesinden uzaklaştırılan Hatay’ın Reyhanlı İlçesi’ndeki din görevlisi Recep Göçmez’in durumu…Neyin peşindesiniz?!)

        HERKES İÇİN KAZAN KAZAN DURUMU

        Etkinlik kapsamında, panelde konuşma yapan gazeteci Fehim Taştekin’in şu cümlesi ‘Dış müdahaleyi davet eden, mezhepçilik yapan bir oluşumun devrimci olamayacağı ve devrime ihanet ettiği…’ bu yaşananlardaki algım ve noktamdır. Unutmadan, gazetelerde okumuşsunuzdur, ne diyordu, Cilvegözü Sınır Kapısı’nın yamacında, sıfır noktasındaki, sınır kapısı güvenliğini sağladığını söyleyen Özgür Suriye Ordusu’nun lideri; “Herkes için kazan kazan durumu”…

        O sebepten ben, bir başka, en demokrasili(?!) ülkenin yahut ülkelerin, bir başka az demokrasili(?!) ülkelere, demokrasi-barış-özgürlük (veya adı her neyse) getirmek adına, uyguladığı şiddeti-evliyalığı anlayamadığımdan, (aynı gökyüzü altını şereflendirmemize rağmen, dünyada bunca savaş-açlık-tecavüz-katliam varken) bu “demokrasi” ve ona benzer kavramların nemenem bir hissiyat olduğunun satır aralarını okumayı da sizlere bırakıyorum. Neyse bekleme yapmayalım da geçelim pek kıvamında ve kafası her daim açık, ensesi en temizinden hep serin okur… Etkinliğin bildirisinden bir alıntı yapıp, kaçacağım bu mevzunun karışık ve beyin açan buhranlarından…“Yayladağı sınırdaki orman yangını gibi, her an sınırları aşabilecek bir savaş yaşanıyor komşumuzda... Suriye'de yaşanan 'karışıklık', 'isyan', 'demokrasi mücadelesi', 'emperyalist oyunlar', 'Arap baharı', 'büyük Ortadoğu projesi' ya da 'savaş' yani her ne dersek diyelim; oradaki insanların öldüğü ve öldürüldüğü gerçeğini değiştirmiyor. Tıpkı Irak’da ve Libya’da olduğu gibi... Bizler bu gelişmeleri “özgürlük ve demokrasinin” ihraç edilmesi olarak değil, iştahları kabaran emperyalistlerin yeni paylaşım sofrası olarak görüyoruz. Ve diyoruz ki; Bu savaş halkların değil, halklara karşı bir savaştır. Savaşa hayır diyor, bu savaşın bir parçası olmayı reddediyoruz.”

        İçimden geldi notu:

        İSTERDİM Kİ…

        Yazının başına: Nasılsa herkes Hatay-Antakya-Suriye durumlarını biliyor, üstatları da yazdı, ben oralara dalmayayım da Antakya-Samandağ’ında retinamı mest edenlerden başlayayım, Hatay’a geldiğinizde; ‘Arkeoloji Müzesi, St. Pierre Kilisesi, Habib-i Neccar Camii, Antakya Kalesi, St. Simon Manastırı ve eski Antakya evlerini görmeden; içli köfte, aşur, humus ve künefesinden tatmadan, biber salçası, defne sabunu ve nar ekşisinden almadan dönmeyin’ minvalinde, bir şeyler yazayım niyetiyle oturmuştum ama geçtiğimiz akşam bir bünyenin, orada neler gördün algısına, bu da benden gelsin istedim, yani öylesine döküldüm diyelim, naçizane. Ki dün de öğrendiğim, kamplar, heyetlerle onurlandırılıyormuş, ne diyelim bu da güzelmiş. (Bizler, İstanbul’a döndük ama Suriye’de savaş bi müddet daha baki gibi!)

        Gelecek yazı, Mardin’den sonra içinde kaybolmaktan korkmadığım Samandağı ve oranın muhabbeti kıvamında insanları olacak! Bu arada, yazıya veda busemizi de radyoda çalan Johnny Cash’in ‘I See a Darkness’ şarkısı ile yapalım. Şimdilik eyvallah!

        Diğer Yazılar