Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Yorgun kalkılan yataklar, hevessiz başlayan sabahlar; bitti de kurtulduk dedirten gün batımları… Oysa gökyüzü hep aynı yerde duruyor, dünyanın henüz yok etmeyi başaramadığımız kuşları, ağaçları, yıldızları dışarıda bir yerlerde bizi çağırıyor. Sarılmak için, avutmak için, hayatın güzel olduğunu hatırlatmak için.” Sedef Erken’in ilk kitabını okuyunca karar verdim: Hiçbir ayrıntıyı kaçırmayan ‘kedi gözler’e benim de soracak birkaç sorum vardı.

        Sedef Erken denince aklıma gelenler: Uykuya dalmayı sevmeyen bir kadın, hep hareket halinde. Keskin gözleri ve bulaşıcı bir iyimserliği var. Mesleğinin de etkisiyle, iyileştirmek, güzelleştirmek adına çalışıyor. En önemlisi özgürlüğüne düşkün bir ruh. Onu bir süredir HT Hayat için kaleme aldığı yazılarından tanıyor olabilirsiniz yahut özel ve parlak bir çocuk olan oğlunun eğitimi adına verdiği mücadeleden. Hatırlatayım; “Ozan’ın eğitim alabilmesi için AİHM’nin önüne çadır kurarım” dediğinde hepimiz kararlılığına hayran kalmıştık.

        Avukat, aktivist ve anne Sedef Erken şimdi bir denemeler derlemesiyle karşımızda. Profil Kitap etiketli “Kedi Gözü”, “bardağın boş tarafına kafa tutan bir manifesto”. Çevremizi saran uğultudan sıyrılmak, kargaşadan uzaklaşıp kendimizle buluşmak için bir şeyleri yeniden hatırlamaya çağırıyor bizi; hayata değer katan küçük ayrıntıları anlatıyor, gözümüzün önünde durduğu halde fark edemediklerimizi gösteriyor. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmayan ‘kedi gözler’e benim de soracak birkaç sorum vardı. İşte anlattıkları.

        -“Kedi Gözü”nün yayınlanma hikâyesiyle başlayalım. İlkin “mahallenden” bir yayınevine gitmiş ve 5 dakika içinde sepetlenmişsin. Bu sana ne hissettirdi?

        Beni çok eğlendirdi aslında, evime giden yokuştan aşağı içimden adama küfürler ederek yürüyor, bir yandan da halime gülüyordum. Tam da olması gereken şey olmuştu, bu kitabın yeri orası değildi zaten, hiç gitmemeliydim, hadsizlik etmiştim! Çok önemli bir şey yazdığımdan değil, “Kedi Gözü”nün edebi iddiası yok, zaten ben de edebiyatçı değilim. Fakat ülkemizdeki çoğu yayınevinin çalışma biçimine bakınca işin o tarafının da edebiyatla ilgisini bulmakta zorlanıyorum. Ne iş yaptıkları sorulunca, durumu “Ayda 16 kitap basıyoruz” şeklinde özetleyen çok yer var. Nitelikten çok niceliğin ağır bastığı âşikar.

        -Hem belki karşı mahallenin yayınevleri de kendi mahallelerinin yazar adaylarını aynı hızla sepetliyorlardır. En iyisi mahallelerin birbiriyle kaynaşması olabilir mi?

        Mahallelerin kaynaşması kısmında ben bir şey yapmadım, yapmayı da düşünmüyorum, bir araya gelmek istemeyenleri zorlayamazsın. Ayrıca şu sıralar herkes kutuplaşmadan şikâyetçi gibi görünüyor ama aslında hiç öyle değil. Farkında olarak ya da olmayarak, ayrı mahallelere ait olma halinden ekmek yiyen çok. Ben sadece benimle gerçekten çalışmak isteyen ve sözleşmem konusunda pazarlık edebileceğim bir yayıneviyle çalışmayı tercih ettim, o kadar. ‘Bu senin ilk kitabın, biz ne dersek o olur’ gibi üstten bir tavrı peşin peşin kabullenmedim. Halimden de gayet memnunum.

        -Bu kitabı sana “sorun çıktığında kendini tutamayıp anında harekete geçme” özelliğin yazdırmış olmalı. Neydi içine umut ışığını düşüren şey?

        Eskiden de dergilere yazılar, mesleki makaleler yazıyordum. Ama özellikle Ozan’la yaşadığımız süreçlerde bir an geldi, yapabileceğim tüm hamlelerin bittiğini hissettim; hareketsiz kaldım, evimin mutfağına kapandım. Uyuyamıyor, düşünemiyor, artık hiçbir soruna çare bulamıyordum. Gerçekten yazmaya işte o zaman başladım. Umut herkes gibi benim de kodlarımda var elbette, hiçbir zaman tamamen umutsuz olmadım. Ama bazen olanakların zayıfladığında başka birinin sendeki o umut parçacığını beslemesine muhtaç olabiliyorsun. Hayatımızdaki kimi karşılaşmalar belki de sırf bu yüzden gerçekleşiyordur. Oğlum gelişiyle içimdeki umutları sınırsız biçimde büyüttü; beni besledi, zenginleştirdi. Ona çok şey borçluyum.

        -“Mutluluğu nefes alarak elde edersiniz, kara kara düşünerek değil” demiş felsefeci John Stuart Mill. Mutluluk sana göre nedir?

        Biz mutluluğu garantilemek istiyoruz. Ah onu bir yerinden yakalayıp kafese koysak ki bizi asla terk edemesin. Oysa mutluluğun kanatları vardır; uçucu, gezici, günü geldiğinde yine bize geri dönücüdür. Sınırsız mutsuzluk istesek de mümkün değildir; hayat ne yapıp eder, seni bir yaprağın üstünde gördüğün yağmur damlasıyla bir gün aniden mutlu ediverir. Sabah gözünü yeni açan oğlumun bana gülümsemesi, kollarını açıp bana sarılması hayatımın en mutlu anlarıdır ama bazen âşık olmanın yaşattığı acı ve çaresizlik de mutluluğun parçası haline gelebilir. Mill’in nefes vurgusu doğal, çünkü zaten mutluluk anlık bir şey. Yalnızca derin bir nefes almak bile insana anın, hayatta olmanın mutluluğunu yaşatabilir.

        -Peki özgürlük ne demek; bardağın hangi tarafını göreceğine karar verme hakkı olabilir mi?

        Daha küçücük bir çocukken hissetmiştim özgürlüğü ilk olarak. İçimden geliyordu; derinlerde bir yerden... Bu hissediş, tamamı boş bir bardağın içinde uzun süre tek başıma oturmama da sebep olmuştur bazen. Yani evet, bardağın boş tarafına bakmak da o özgürlüğün bir parçasıdır elbette.

        -Çocukken hissettiğin o ilk özgürlük hissinden sonrasını sorsam…

        Sonraki hayatımın tamamı. Özgürlüğümü korumak adına verdiğim mücadele, kaybetmeye dair korkularım ve onu büyüteyim diye saptığım yollar… Babam çok otoriterdi mesela; küçük bir şehirde, bana çizilmiş çok net sınırlar dahilinde yaşamaya çalışıyordum, dolayısıyla özgürlüğe dair duygularım en çok da babamla aramızdaki çatışmalardan beslendi. Hayat ne garip değil mi, gerçek anlamda özgürleşebilmek için bile önce biraz tutsaklık gerekiyor.

        -İşte bunu böyle görmek de senin karakterinin iyimser yanı. Hayata neşeyle bakmak, umudu ve yaşama sevincini terk etmemek adına herkes için geçerli olabilecek üç neden söyler misin?

        Aslında binlerce şey söyleyebilirim ama üç şey söyleyemem. Çünkü böyle listeler yalan dolandır. Herkesin mutsuzluğu kendine hastır ve insan kendi sebeplerini ancak kendi mutsuzluğunun içinde bulabilir. Eğer yeterince mutsuz, umutsuz ve çaresiz hissetmişseniz, artık umudu, neşeyi ve yaşama sevincini yakalama şansınız var demektir. Bize verilen hayat şansının ne büyük bir nimet olduğunu unutmadığımız, buna şükrettiğimiz sürece başka bir nedene ihtiyaç duymayız sanırım.

        -Yazarken bunu kendine de hatırlattın mı, yoksa her şey kendiliğinden mi gelişti?

        Şükretmeyi bana en çok babam öğretti. Oğlumla ilgili süreçlerde; büyük güçlükler, zorlanmalar, terk edilişler ve acımasızlıklarla karşılaştığımızda, yani kendimi zayıf hissettiğimde, babamdan çok sık duyduğum ‘Buna da şükür evladım’ cümlesine tutundum. Annemse bana hep ‘Sen benim kahramanımsın, istersen her şeyi başarırsın’ deyip durdu. Dış dünyada bunlar oluyordu ama bir yandan da ben hayatımın en zayıf, en güçsüz hissettiğim dönemini yaşıyordum. Her şey kendiliğinden gelişti gerçekten, yazıyordum ama bir kitap tasarlamamıştım, böyle bir hayalim yoktu. Öte yandan, dedem edebiyat öğretmeniydi ve ben onunla büyüdüğüm için yazmaya aslında çok erken yaşta başlamıştım. Bir gün bir kitap yazma hayalim var idiyse bile çok diplere itmiştim o hayali, çalışma hayatımın içinde bir yerlerde kaybolmuştu. Bazen rüyalarımı yazdım, bazen sabah uyandığımda gördüklerimi ya da adliye yolunda koştururken aklımdan geçenleri. Kısmet böyleymiş, bir şekilde bugüne gelindi…

        -Son olarak akıllı oğlunu soracağım, ilişkinizden söz eder misin?

        Ozan’la ilişkimiz bir boyutuyla herhangi bir anne çocuk ilişkisinden farksız. Ana oğul olmanın bütün krizlerini ve güzelliklerini içeriyor. Fakat ikimiz de toplumsal normların biraz dışında tipleriz. Ben küçükken durum şimdiki gibi olsaydı sanırım bana da bir tanı konurdu. Hiperaktif bir anne ve otizmli oğlu ne yaşarsa, biz onu yaşıyoruz.

        -O ne diyor kitabın konusunda?

        Kitap için tek yorum yaptı Ozan, ‘Güzel, beğendim’ dedi. Bence yeterliydi.

        **************

        “HAYAT NE GARİP DEĞİL Mİ, GERÇEK ANLAMDA ÖZGÜRLEŞEBİLMEK İÇİN BİLE ÖNCE BİRAZ TUTSAKLIK GEREKİYOR.”

        Hayatın öğrencisi olmak

        -Hep bir şeylerden emin olmak istiyor, bu yüzden de hayatta bize sorulan her soruyu bir “evet” ya da “hayır”la cevaplıyoruz. Oysa bizden beklenen seçeneklerden birini seçmek yerine, boş kâğıt verip kendi işimize bakma hakkımız da var.

        -Hayatın gri alanlarında dolaşmak cesaret ister, bazı soruların kesin cevabı yoktur. Ama işte tam da böyle sorular yol olur bize ve bazen hayatımız boyunca böyle bir sorunun peşinden gideriz. Hayatın grilikleri benim için üçüncü, dördüncü seçenekleri arama alanı, başka bir deyişle hayatın öğrencisi olma yolu.

        -Herkesin anladığı anlamda ‘salt adalet’ ancak gökten zembille inebilir, zira o derece adil olma hali tanrısaldır, insanın özlem duyacağı ama ulaşamayacağı bir şeydir. Hatta insan adalet nedir, onu bile bilmez; işine gelen çözümler ona adil görünür. İnsan yapısı, fıtratı gereği hiçbir zaman bir başkasına kendisine olduğu kadar adaletli olamaz, tabii ermiş falan değilse.

        İKİ TAVSİYE

        Murat Gülsoy yeni romanında hayatı anlara ve mekânlara bölüp teşhis masasına yatırmış adeta. Bulduklarını değil ama arayışını okumanızı tavsiye ederim.

        Öyle Güzel Bir Yer ki Murat Gülsoy Can Yayınları

        Tılsım Roberto Bolano Can Yayınları

        Diğer Yazılar