Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        8 Ekim 2011’de 48. kez start alan Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin ikinci gününde ulusal uzun metraj yarışmasında üç film görücüye çıktı. Tamamı ilk film olan bu eserlerden özellikle “Geriye Kalan” dikkat çekerken, iki kadının evliliklerindeki çıkışsızlığını ‘doğru’ bir bakışla ele almasıyla ‘kadın’lardan oluşan jürinin favorilerden olacağını şimdiden belli etti. Çiğdem Vitrinel’in alanında Türkiye’de görülmemiş bir duyarlılıkta, profesyonellikte, derinlikte ve nitelikteki eseri, kanımca “Ara” ve “İki Çizgi”den sonra son yıllarda çekilmiş en iyi ilişki filmimiz. Ümit Ünal’ın “Nar”ı henüz görücüye çıkmamışken “Geriye Kalan”ın ‘en iyi film’ ödülü için şimdilik bir adım öne çıktığını da ekleyelim. Festival 14 Ekim 2011’deki ödül töreniyle sona erecek.

        Son 10 senede 90’ların ‘Yeni Türk Sineması’ ekolünden çıkan isimlerin filmlerinin ödüllere ulaştığı bir festival Antalya. Onun öncüleri Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim ve Reha Erdem’in ürün vermediği senelerde de bir ‘keşif’ avına sahne oluyor. 2008 ve 2010’da bu isimlerin mağlup edilmesi ise en kısa tanımıyla ‘genç sinemamız’ın yükselişe geçtiğini anlatan bir kanıt niteliğindeydi. Buna paralel olarak bu sene 13 filmlik programda dokuz ilk film seyirciyle buluşurken, bunların dışındakilerin arasında da Ümit Ünal ve Serdar Akar isimleri ‘tecrübe’ katkısı yapmış.

        Geriye Kalan”, “Nar”ı solladı

        Ünal’ın “Nar” ile Adana’daki Onur Ünlü misali, birkaç senedir hak ettiğini gerçekleştirerek festivale damga vurması beklenirken, “Geriye Kalan” bu düşünceleri birazcık değiştirdi. Ulusal yarışma filmlerine ayrılan ilk günde görücüye çıkan Çiğdem Vitrinel’in ilişki filmi alanındaki denemesi, şimdilik bir adım önde gibi. Kadınlardan oluşan jürinin, bu eseri Türkiye’deki ‘kadın hikayesi’ ve ‘kadın karakter’ eksikliği sebebiyle en azından bir ‘özel ödül’ ile mükafatlandırması kanımca şimdilik kesin gibi.

        RED ile çekilen ve dizilerle isim yapmış Şebnem Hassanisoughi, Devin Özgün Çınar ile Erkan Bektaş’ı bir araya getiren eserin, kimi eksiklerine karşın ‘ilk film’ vasıflarını yerine getiren bir işçilik sunduğu kesin. “Geriye Kalan”, hayatlarındaki evliliksel-ilişkisel korkuları ‘piyano ezgisi’ ya da ‘klasik müzik algısı’yla tadan Sevda ile Zuhal’in kişisel mücadelelerini merkezine almış. Filmin oradan ulaştığı sonuç ise gerçek anlamda Vera Chytilova, Chantal Akerman, Agnes Varda gibi hemcinslerinin dertlerini anlatan dünyaca ünlü kadın yönetmenlerin bakış açılarını hatırlatan bir çalışma olmuş.

        Geriye kalan’larla evlilik yürür mü?

        Çiğdem Vitrinel, kardeşinden de aldığı senaryo gücüyle evliliğini ve büyük evde yaşayıp sınıf atlama şansını tepmek istemeyen Sevda, oğluyla yalnız yaşayan Zuhal ve onların arasına giren ‘erkek’ karakter çevresine yerleştirmiş filmini. Buna istinaden erkek karakterin duruşuyla bir yasak ilişki filmi akmış. Ancak bunu tamamen iki karakterin bakışına göre şekillendiren yönetmenin; sıçramalı kurgu, bakış açısı kamerası gibi teknikleri bolca kullanırken, ‘yabancılaştırma’ işlevi gören piyano ezgileriyle, orta ölçekli açılarla ve kameranın sallanma şiddetiyle son noktayı koyduğu görülebiliyor.

        Hedef ise ‘geriye kalan suç, vicdan azabı, yalanlar, aldatma ve daha nicesinin varlığıyla evlilik ne kadar işlevsel olabilir?’ sorusunu sormak. Buna feminist bir bakış açısıyla yönelmek Vitrinel’in değerini ortaya çıkarırken, Türk toplumundaki kadın zaafına dikkat çekmesine yaramış. Şebnem Hassanisoughi’nin şimdiden ‘Altın Portakal’ın favorisi gibi duran başrol performansında; mutlu olduğu açılış sekansındaki seks sahnesinden finale doğru beliren gerilimli yüz ifadesine kadar uzanan dönüşümü dengeli yerine getirdiği çok açık. Böylece Türk sinemasında benzerine fazla rastlanmayan bir derecede çok boyutlu bir kadın karakter, bütün sinemaseverlere armağan edilmiş.

        2000’lerin Alman-Avusturya sinemasından etkilenmiş

        Yönetmen de sanki son dönemin Alman-Avusturya sinemasından etkilenen bir beyaz dokuyla orta sınıfın konformizmini anlatan açılar benimsemiş. Yeri geldiğinde yalnızlaşmayı perdeye yansıtmayı ihmal etmemiş. Evlilikteki sınıfsal yükseliş sevdasının köşeye sıkıştırdığı bireyler ile orta sınıftaki yüzüksüz ilişkinin farkını ilginç metinler eşliğinde kavramasını bilmiş.

        Sevindirici olan ise 90’ların minimalizm ekolünün Semih Kaplanoğlu ve Tayfun Pirselimoğlu gibi ustalıklı sinemacılarla 2000’lerde devam etmesine karşın, genel anlamda ‘farklı’ şeyler üretme arayışının bu filmle bir kez daha açığa çıkması. Burada Altın Portakal’a uzanan bu film olursa modern ve postmodern eğilimler gösteren eserler ve yönetmenler de bundan kendilerine pay çıkartacaklardır.

        Gemide”yi mumla aratsa da takdir edilebilir

        Egemen Sancak’ın Tarantino’nun kara komedilerine öykündüğü “Hangi Film” için de aynı şey geçerli. Altı karakter arasında küfürlü diyaloğa, uyuşturucuya, dostluğa ve bir gecedeki şiddet olgusuna odaklanan yapıt, 90’ların yükselen alanından bir deneme daha sunmuş.

        Ancak sözünü ettiğimiz eser, “Film” (2011), “Made in Europe” (2009) gibi bu konudaki örneklerden sadece ufak bir dizyem daha yukarı çıkabilmiş. Zira diyalog yazımı ve açı tercihi gibi konularda sınıfı geçen yapıtın, tempo ayarlamada ve karakter yaratmakta ciddi sıkıntılar çektiği görülebiliyor. Nihayetinde halen bu konuda “Gemide”yi (1998) mumla aratan vasat bir eser izliyoruz perdede…

        Press”in izini sürünce bir ‘sanatsal çöp’ daha gelmiş

        Ancak en azından denediği şey ‘olmamış’ bir şey değil. Zira 2000 TL ile yola çıktığını itiraf eden yönetmeninden başlayarak gerçek bir ‘amatör işi ürün’ sunan “Fedakar”, böylesi bir eğilime dahi sahip değil. Zira daha çok geçen yıl benim üzerinde ‘sanatsal çöp’ olarak özellikle durduğum “Press”in (2010), böylesi bakış açısının peşine ‘ödül, beğeni, gişe’ üçlüsünü takmasıyla üremiş bir proje olduğu çok açık. Yani cesareti yanlış yerden aşılamış orası kesin!

        2011 Suriye’sinde karşılaşan bir gazeteci ile bir SSPE hastasının çıktıkları yolculuğu ele alan eser, bir sinema görüşünden ziyade meselesini didaktik olarak anlatmak istemiş. Böyle olunca da atmosferi kuramayan bir ‘politik damar olursa yeterlidir’ yanlışlığı mağduruna dönüşmüş. Hatta özürlü bir karakter üzerinden Türkiye gerçeğine dikkat çekerken tersine sömürü yapmayı becermesi de bir hayli ilginç filmin.

        Bugün ‘Behzat Ç.’nin sinema filmi sahne alıyor

        Kanımca da son 10 yılın çöp örnekleri arasında kendine “Press” ile birlikte özel bir yer edineceği şimdiden garanti gibi. Bu sayede iki filmin ulusal ödül ya da ulusal geri dönüş ile niye evrensel-uluslararası noktalara açılamadığı ispatlanacaktır. Bu durum ülke sinemamızdaki yanlış algıların nasıl sonuçlar doğurabildiğinin son örneği olarak görülebilir.

        Nihayetinde bugün için “Güzel Günler Göreceğiz” ve “Hicaz” adlı ilk filmler ile “Behzat Ç. Seni Kalbime Gömeceğim”in galalarına odaklanmış durumda Antalya ahalisi. Bunlardan ne çıkacağı ise daha önce söylediğim gibi ‘sürpriz’lere gebe. Şimdilik sadece “Geriye Kalan” ve “Nar”ın çekişmesi konusunda doğru tespitlerde bulunma şansımız var. Türk sinemasında yıllardır aranan usturuplu kadın hikayesini modern bir formülde zekice canlandıran bir film de ‘..Ve Kadın Dünyaya Dokundu’ ana teması çerçevesinde jürilerini kadınlardan oluşturan bir festival dışında nerede galip çıkabilir?

        keremakca@haberturk.com

        Diğer Yazılar