Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Psikolog yazar Gündüz Vassaf, gençliğinde ABD’de akıl hastanesi gardiyanlığından radyo spikerliğine çeşitli işlerde çalıştı. Hacettepe Üniversitesi’nden psikoloji doktorasını aldıktan sonra, uzun süre Ankara Üniversitesi mediko-sosyal merkezi’nde öğrencilere psikolojik danışmanlık yaptı. Türkiye’nin ilk yerli zekâ testini geliştirdi ama bundan pişman oldu. Uzun yıllar bu testlerin bir tür zekâ katliamı olduğuna dikkat çekti.

        Uluslararası Psikologlar Konseyi yönetim kurulu üyeliği, Amerikan Psikoloji Derneği’nin toplum psikolojisi bölümünün Avrupa ve Ortadoğu koordinatörlüğünü yaptı. Türkiye’de Psikologlar Derneği’nin kurucu üyesi olmasının yanı sıra 12 Eylül’e kadar Uluslararası Af Örgütü’nün İstanbul Şubesi başkanlığında yer aldı. O tarihten sonra Kassel, Marburg ve Bremen üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı… Kanada’da, Hollanda’da, Avusturya’da araştırmacı olarak çalıştı. Köşe yazılarını ve Cehenneme Övgü, Cennetin Dibi gibi çok konuşulan kitaplarını da hatırlatmakta fayda var…

        Vassaf’la depremin hem depremzedeler hem de depremi takip eden bizler üzerinde bireysel ve toplumsal psikolojik etkilerini konuşalım istedim…

        Sizin alanınız klinik ve toplumsal psikoloji. Büyük depremin ve devamında gelenlerin psikolojik ve sosyal etkilerini konuşmak istedim ben de. Bu depremlerin sürekli bir hal alması korkuyu büyütür mü? Doğallaştırır mı? Çaresiz mi hissettirir? Hem bireye hem topluma nasıl yansır?

        REKLAM

        Türkiye psikolojik bir deprem de yaşıyor. Bu da gayet olağan bir şey. O psikolojik depremi yaşamıyor olsaydık sağlıksız bir toplum olurduk. Depremin hatları kendimizden, evimizden başlayıp nerede geziyorsak her yere Türkiye çapında yayılıyor. Genellikle depremde değinilen, ruh sağlığımızın sarsılması. Tabii ki bu doğal ve süreç içinde kendi normaline dönecek. O sürece dönmemize de fazla kalmadı. Söylemek istediğim, Türkiye toplumunun gösterdiği olağanüstü ruh sağlığı. Bu kadar badireler atlatmış bir toplum; darbeler, başka depremler, neredeyse bir iç savaş… Bütün bunlara rağmen bu kadar çabuk seferber olup, özellikle sivil toplum örgütleriyle yardıma koşan, ben ne yapabilirim diye çırpınan bir toplumun örneği dünyada azdır; ben hiç bilmiyorum. Onun için fevkalâde sağlıklıyız. Yaşadığımız doğal bir süreç.

        Pek çok kişi ruh sağlığımızın bozuk olduğunu söylüyor, çok da doğal tabii… Ama siz Türkiye toplumunun gösterdiği refleksi son derece sağlıklı görünüyorsunuz…

        Son derece. Klasik bir tepki sıralaması vardır: Acıyı yaşama, isyan, inkâr, sonrasında kabullenme. Bu süreci Türkiye insanı çok çabuk ve sabırla atlatıyor. Depremzedelerde eskiden gördüğüm isyanı görmüyorum, çok daha temkinli bir toplum olmuşuz.

        Daha metanetli konuşmalar var, evet.

        Daha metanetli bir toplum olmuş. İsyanı saklıyor belki, bekliyor; ama sabır ve temkinle bekliyor, tevekkülle değil, kadere boyun eğerek değil. Tam tersi, birikmiş talepleri var; onu erteliyor, sağlıkla bekliyor “Ne olacak, ne yapılacak” diye. Gerisi bize kalmış, iktidara kalmış, sivil toplum örgütlerine kalmış.

        “KEDERE, KADERE TESLİM OLURSAK BİZ KAYBEDERİZ”

        Bir yandan da işin sonraki boyutları var, beklenen büyük Marmara depremi var, Ege’de beklenen depremler var. Depremin sürekli kendini hatırlatması, gereken korkuyu ya da uyarıyı veriyor mu bize? Bunu da sağlayacak mı?

        Bu korku hissediliyor. İstanbul’da, Türkiye’de olmadığım halde ben de uzaktan hissediyorum. Korkuyu gidermenin başlıca yolu kendimizi yalnızlığa, evimizin dar ortamına mahkum etmemek. Girebileceğimiz depresyonla, öfkeyle birbirimize yüklenmemek; tam tersine, dışarıya uzanmak. Akrabalarımıza, komşularımıza uzanmak. Küçük dayanışma grupları kurmak. Psikoloğa ihtiyaç yok bunun için. Acımızı, beklentimizi, korkumuzu birlikte dile getirmek, paylaşmak lâzım. Bir tür adsız alkolikler örneği. 5-10 kişilik gruplar hâlinde evimizden, kendimizi kapattığımız âlemden kurtulmak. Küçük küçük, sadece derdimizi korkumuzu konuşmak için değil, iktidardan beklentimizi de konuşmak için; fakat isyan etmek için değil. Boş durup beklememeli, “Taleplerimiz neler olmalı,” “Bunlar nasıl duyurulmalı,” diye ülke çapında sivil savunma örgütleri gibi Türkiye depremzede komiteleri, komisyonları kurulmalı. Bunlar ülke çapında sivil toplum kuruluşlarının öncülüğünde birleşmeli. Bu yeni bir Türkiye, yeni bir yurttaşlık bilinci, yeni bir ahlâk, yeni bir zihniyet için olağanüstü bir fırsat. Bunu evimizde bekleyerek, acımızı yaşayarak geçireceksek, acımızı öfkeye gömeceksek, kedere teslim bayrağını çekeceksek iflas eden biz oluruz, ülke değil. Ülkenin gücü bizimle ilgili.

        REKLAM

        Dolayısıyla bu acıyı, öfkeyi faydalı bir toplumsal yapıya dönüştürme imkânı var. Siz dışarıdan baktığınızda Türkiye toplumunun bu yolda olduğunu görüyorsunuz, öyle anlıyorum.

        Evet.

        Bende en az 4-5 tane Whatsapp grubu var. Herkes yardım peşinde, herkes birini buluyor, “Şuna yardım edelim, para toplayalım, ihtiyaçlarını karşılayalım” diyor. Dolayısıyla sosyal medyanın da sağlıklı bir işleyiş için faydalı bir yapıya kavuştuğunu görebiliyoruz. Öyle mi acaba?

        Evet, faydası var. Daha çok faydalı olabilmesi için sosyal medyada edindiğimiz bilgileri mutlaka “kaynağı nedir, nereden biliyoruz” diye soruşturmamız lâzım.

        Benim sosyal medyadan kastım aslında kendi dâhil olduğumuz Whatsapp grupları. İnternette pek çok şaibeli haber de yayıldı, biz de burada bunun çok acısını çektik. “Bir baraj yıkıldı” dediler, oradaki tüm yardımlar aksadı. Kast ettiğim o değil, bizim kurduğumuz küçük gruplar da kendi sağaltımımız için bir işe yarıyor aslında.

        Kesinlikle. Benim uzaktan sezinlediğim; sosyal medyadan değil televizyon ve basından, geniş yelpazeden izlediğim, yıllardır alışık olduğumuz taraflaşma deprem haberlerinde de olmuş. Bu, medyanın sorumsuzluğu. Bu, basın taraflaşmaya taraf oluyor demek. Tam da Türkiye birleşirken, yardıma koşmak için el ele verir, seferber olurken, güçlenirken bu taraflaşma bu güçlenmeyi zayıflatır; toplumu yine birbirine düşürür. Çok kötü örneklerini görüyorum Türkiye televizyonunda. Örneğin bir taraftan İçişleri Bakanı bir basın toplantısı yapıyor, bazı kanallar bunu vermiyor. Bazı kanallar depremzedelerin, uzmanların değerli önerilerini gündeme getiriyor, iktidara yakın kanallarda ise bunları duymuyoruz. Tek gördüğümüz “ben kaç tane çadır diktim” görüntüleri. Bu taraflaşma sadece toplumu zayıflatmaz, medyaya güveni de azaltır. Medyaya güvenin azalmasıyla komplo teorilerinin, yalan yanlış haberlerin olasılığı daha çok yükselir. Onun için ricam; özellikle iktidara yakın kanallardan, lütfen bütün Türkiye’nin haberlerini paylaşın. Yoksa kendi ayağınıza sıkmış olursunuz. Kaçındığınız komplo teorilerinin nedeni sizin olaylara tek taraflı yaklaşımınız olur.

        “BİZİM TOPLUMUMUZUN GÜCÜ AİLE, MAHALLE”

        REKLAM

        Siz hiç mesleki hayatınızda bir depremzedeye ya da felâketten kurtulmuş birine psikolojik yardımda bulundunuz mu? Bulunduysanız, neler gördünüz?

        Çok az bir süre, 3-4 gün Yalova depremindeydim. Orada psikologlara iş düşmüyordu. İş düşsün isteniyor, çırpınıyorsun “Ne yapabilirim” diye. Fakat bizim aldığımız eğitim Batı’ya dayalı, Batı’daki felâketlere dayalı. Bu tecrübelerle Türkiye’de yapılabilecek olanlar çok farklı. Çünkü Batı bireye yönelik artık. Çekirdek ailenin dağıldığı bir toplum. Yalnız insanların yaşadığı, komşusuyla, akrabalarıyla konuşmadığı bir toplum. Oradaki felâketlerde müthiş psikolojik yardım var. Bizim toplumun gücü ise şurada: Her ne kadar modern devlet yolunda bir cemiyet toplumuna doğru gidiyorsak da; cemaat var, aile var, mahalle var, hemşehrilik var. Bizim psikolojik sağaltımımız bu dayanışmadan olacak. Benim de deprem bölgesinde gördüğüm, mesleki olarak yapabileceğimden çok, insanları birleştirmekti. Tek başına bir köşede yasını tutanları, ağlayanları yan yana getirip dertlerini birlikte paylaştırmaktı; çünkü yan yana getirmek yardım işini de başlatıyor. Halden anlamaya başlıyor, kendi derdini gömmeye başlıyorsun. Mahallelinin, akrabanın, başkalarının derdiyle bütünleşip bir adım daha ilerliyorsun hem ruh sağlığı bakımından hem depremin zayiatını giderme bakımından.

        Yani aslında orada herkes birbirinin psikoloğu oluyor, olması gerekiyor. Orada o mağduriyeti yaşamış insanların birbiriyle yakınlaşması, İstanbul’dan herhangi bir psikoloğun onlara yardım etmesinden çok daha önemli.

        Kesinlikle çok daha önemli. İstanbul’dan, Ankara’dan giden psikolog bir kere bölgeye yabancı. Lehçesiyle bölgeye yabancı. Onun önünde nasıl konuşacağım bilmiyorum, benim için yabancı bir yüz, niçin bana geldi, bir de ona uyum sağlamam gerekecek… Hâlbuki birbirimizle güçlenirsek, ki çok kolay bu, farklı bir şey olacak. Bölgedeki psikologların asıl yapacağı, gördükleri toplumsal dertleri örgütlü bir şekilde ilgililere yöneltmek. Bu bölgenin valisi de olabilir, Kızılay da olabilir, AFAD gibi başka sivil toplum kuruluşları da olabilir. Dertleri toparlayıp örgütlü bir şekilde ilgililere yöneltmek gerekir sorunların çözülmesi için.

        Yani bizim toplum yapımızın ne olduğunu bilip, öyle davranmak lâzım diyorsunuz. Bireysel olarak değil, daha çok toplumsal bir bakışla oradaki bireylere faydalı olunabilir.

        REKLAM

        Evet; çünkü bireyin beklentisi bu şu anda. Ailesinden 3-4 kişi ölmüş, bankada hesapları var, paralar gitmiş, iş güç yok, cepte para yok, ben ne yapacağım şimdi diye bir dert var. Bu dertleri toplayıp acil şekilde ilgililere sunmaları lâzım. Yoksa ilgililer nereye koşacaklarını bilmiyorlar, hazırlıksız yakalandılar. Sadece çadır, su, tuvalet peşindeler. Ruh sağlığı için bu bilgilerin ilgililere yöneltilmesi önemli, ki onlar da bu konuda çözüm aramaya başlasınlar ve bu acıların, şikâyetlerin, sorunların bilincinde olduklarını kamuoyuna yansıtsınlar. Böylece bana da bir güven gelsin, “bunlar bir şey yapacak, derdimi dinliyorlar” diye. Bunu da en iyi psikologlar yapabilir; çünkü gördüğüm kadarıyla psikologlardan müthiş bir beklenti var toplumda. Bu beklenti de en iyi bu şekilde gerçekleşebilir.

        “SUÇLU OLDUĞUMUZU KABUL ETMELİYİZ”

        Peki orada bu acıyı yaşamış biriyle empati kurmak mümkün müdür? Bir depremzedenin ilk tepkisi ayakta kalma tepkisi midir, esas acı temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonra mı yaşanır?

        Başlangıçta ben kendi şokumda, kendi acımda iken empati aramıyorum, beklemiyorum; o bana çok uzak, çok yabancı. O empati bir televizyon kanalındaki surat bile olabilir, robot gibi bir şey o empati. Empatiyi gösteren de dışarıdan gelen birisi olarak o acıyı bilemediği için yüzeysel olacak gösterdiği empati. Ne diyebilir? “Halinden anlıyorum” dese anlamıyor, “Derdine çözüm bulacağım” dese bulamayacak, “Bana anlat” dese kişi anlatacak halde değil. İlk 72 saatten bahsediyorum. O acının ancak birlikte paylaşarak üstünden gelinebilir, tek başına değil.

        Yani acıda ortaklık acıyı geçirmenin en kolay yolu diyorsunuz.

        Savaşta yanınızdaki, aynı mangadaki asker öldüğü zaman o acıyı en iyi kalan askerler paylaşabilir, orada bir psikoloğun işi yok. Onlar halden anlıyor çünkü, onlar birbirlerine güç veriyor.

        Biz ülkenin bir bölümünde yaşanan bu büyük felâketi düşünüyoruz buradan. Üzülüyoruz, acı çekiyoruz, kaygılarımız da artıyor. Aslında onlara üzülürken bir yandan da kendi sonumuzu düşünüp mü üzülüyoruz acaba? Çünkü bahsettiğim gibi; burada da beklenen büyük bir deprem var. Aslında üzüldüğümüz, kaygılandığımız şey onlar değil de bizzat kendimiz miyiz? Bu üzüntü ve acı biraz da bencilce bir üzüntü ve acı mı?

        Kaçınılmaz olarak. Almanların “Schadenfreude” dedikleri, yani “ben ölmedim, kurtardım” mutluluğu… “Zor, fakat kurtardım” var ve o beni empati duymaktan, acı duymaktan uzaklaştıran bir şey; ama kaçınılmaz bir şey bu da. “Ben kurtardım” kaçınılmaz bir şey.

        REKLAM

        Yani “ben kurtardım” derken “kendimi kurtardım” anlamında söylüyorsunuz.

        Evet. O bencilce ve kaçınılmaz bir şey; kendimizi suçlu da hissettiren bir şey. Fakat bundan önce toplum olarak hepimiz bu olup bitenden suçlu olduğumuzu kabullenmeliyiz. Oturduğumuz binalarda, şehirlerde, yaptığımız yaşam seçimleriyle, satın aldığımız evlerle, deprem bölgesi olan Türkiye için bu kadar rapor yazılmasına rağmen belediyeleri, iktidarı, devleti, sorgulamamakla hepimiz suçluyuz. Hepimiz suçlu olduğumuzu kabul etmeliyiz. Herkesi kast ediyorum. Bu hükümetin başındaki kişi de olabilir, bakkal da olabilir, otobüs şoförü de olabilir, annem de olabilir; açıkça “Ben de suçluydum” demeli, bunu paylaşabilmeliyiz. Toplumun esenliği, yeni bir zihniyet, yeni bir ahlâk için paylaşabilmemiz lâzım. Birisi “Ben suçluyum” deme cesaretini göstermiyorsa patolojik gerçeği inkâr eden bir ruh halinde demektir. Bizi temsil eden kişilerin “Biz de suçluyduk” demesi hepimize yol gösterir ki, bundan sonra bu haleti ruhiye ile yeni bir Türkiye kurmaya devam etmeyelim. Yoksa eski tas eski hamam olur.

        Şöyle mi? “Suçluyum, aslında oradaki depremin ve sonrasında yaşananların bir sorumlusu da benim.” Bunu kabullenip bundan sonra öyle davranmak lazım. Yaşam tarzımla, aldıklarımla, belki siyaseti yönlendirmemle bundan ben de suçluyum.

        Bu suç devam ediyor. Deprem bölgesinde herkes devam ettiriyor bu suçu. Dün gördüm; deprem bölgesinde bir şirket ihale almış, yeni evler için ilan vermiş, “Onur duyuyoruz biz de bu yeni yapılanmaya katılmaktan” diye. Evlerin eski türde yapılması, depreme dayanıklı olması yeterli değil. Bu evlerin yapıldığı eski Türkiye’de, TOKİ’lerin yapıldığı Türkiye’de, aşağılık komplekslerimize hitap eden, yüzme havuzlu, tenis kortlu, Batı görüntülü evler vardı. “Batı’nın başına böyle felâket gelmez” diye düşündüğümüz için kendimizi bu sahte Batı görünümlü yaşantıda güvende hissettik ve evleri sorgulamadık. Şimdi bu yeni evler yapılırken özellikle deprem bölgesinde kaç kuşaktır kırsal kesimde bahçeli evlerde, bu sahte Batı görüntüsü dışında yaşayan insanlara, insanı yaşama yabancılaştıran, hayatı anonimleştiren çok katlı binalarda mutlu muydular diye sormak gerekiyor. Yeni binalar yapılırken, yeni evler yapılırken “Biz artık ranta dönüşen mal mülk istemiyoruz, yuva istiyoruz” diyen onlara sormalılar “Nasıl bir ev istiyorsun” diye. Mimarlar projelerini ilk önce o bölgenin insanına sunmalı. Onların da onayıyla yeni yerleşim yerleri kurulmalı. Bu sadece mimari açıdan değil kitlelerin de geleceği hakkında söz sahibi olması açısından önemli. Tepeden inme yap evleri, dayat “ben yaptım” diye, istenilen bu değil... Kitlenin kendi yuvası hakkında karar verebilmesi gerekiyor. Karar verme yetkisini toplumdan aldığımız zaman bir dikta kurmuş oluyoruz. O dikta toplumu edilgenleştiriyor, pasifleştiriyor, aktif demokratik kendi geleceğini belirleyen yurttaş olamıyor.

        Daha önce konuşmuştuk bunu, demiştiniz ki: “Günümüzü ve türümüzü çok abartıyoruz. O kadar aymaz bir türüz ki başka türler uyum sağlayamadığı yerlerden göç ederken, kendilerine doğada başka ekosistemler yaratırken, hâlâ Napoli’de Vezüv’ün dibinde, Sicilya’da Etna’nın dibinde, San Francisco ve İstanbul’da deprem bölgesinde yaşayanlar var. Neden başka türlerin yaşantılarını taşıdığı gibi şehirlerimizi başka yerlere taşımıyoruz?” Şimdi diyorsunuz ki “oradakilere soralım” ama aslında insanoğlu da felâketleri çok ciddiye almıyor ya da aralarında zamansal olarak çok mesafe olduğu için unutuyor ve dediğiniz gibi gidip yine Vezüv’ün altında şehir kuruyor, “Yıkılacak, deprem gelecek” dediği İstanbul’un belli bölgelerinde inşa faaliyeti sürüyor. Neden böyle yapıyoruz?

        İşte bunun böyle olmaması bizim güçlenmemize ve geleceğimizi sorgulayabilmemize bağlı. Bize hep hazır cevaplar veriliyor. Biz de tepeden bekliyoruz yeni yerleşimleri, hazır cevapları. Eski ekonomik modeller aynı yerde kalmak istiyor, eskiyi tekrarlıyorlar. Biz de eğer okullar oraya kurulacaksa, iş yerleri oraya kurulacaksa kaçınılmaz olarak tamam diyoruz. Bize sorulmuyor hiçbir zaman. Ne Vezüv’de soruldu, ne Etna’da; çünkü sermaye ve devlet eski gücünü, eski yaşama zihniyetini korumak istiyor. O sorgulamıyor. O sadece bize “burada böyle olacak” diyor. Zihniyet değişikliği, yaşam değişikliği bizim sorgulayabilmemizle olacak.

        Diğer Yazılar