Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Topkapı Sarayı’nda geniş bir restorasyona başlanmış ve gazetelerin yazdıklarına bakılırsa, saray beş katına çıkacakmış!

        Bu giriş cümlemde aslında iki büyük hatâ var: İlki, Topkapı’dan “saray” diye bahsetmem… Zira, Topkapı “saray” değil, “müze”dir; isminin doğrusu ve tam şekli de “Topkapı Sarayı Müzesi”dir…

        Diğer hatâ ise gazetelerin haberi verirken attıkları başlıklar, restorasyonun tamamlanmasından sonra Topkapı’nın “beş katına çıkacağı” ifadesi…

        Uzun müddet devam edecek restorasyon bittiğinde Topkapı’nın genişliğinde bir değişiklik olmayacak, yani öyle yüzölçümü falan artmayacak, sadece ziyaret edilebilecek alanlar şimdikinin beş katına çıkacak, mesele bu…

        Topkapı Sarayı’ndan bahsederken, bir başka hakikatin de açıkça ifadesi gerekir:

        Saray, tarihimiz bakımından çok önemlidir, güzeldir, hoştur, zengindir, canımızdır, ciğerimizdir, bir tanemizdir, görünümü lâtiftir, avlularında daha bir hoş nefes alırsınız, sâkinliği veya eski tâbiri ile “âsûdeliği” ruha huzur verir, dertlerinizi unutturur ama devâsâ bir gecekondu mahallesini andırır! Hattâ, Avrupa’daki saraylar ile mukayese ettiğiniz takdirde karşınızda köhne, karmakarışık, bir tarafı elden geçirilirken diğer tarafı harap olan ve en önemlisi de plânsız şekilde inşa edilmiş bir mekân çıkar!

        Zira, Fatih Sultan Mehmed’den Sultan Abdülmecid’e kadar hemen her hükümdar herhangi ihtiyaç hâsıl olunca sarayda değişiklikler yapmış, bir padişah yepyeni bir bina inşa ederken bir diğeri mevcut olanı yıkmış, yıktığı yere bir başka bina yahut ilâve kondurmuş veya boş bırakmış, farklı bir maksatla kullanmak istenen yapılar değişik hâle getirilmiş ve sarayın zaten karmakarışık olan plânı daha da karışıp çorbaya dönmüştür!

        Üstelik asırlar boyu devam eden yıkımları, yapımları ve değişikliklere ait plânların mevcut olmamasını bir tarafa bırakın, ortada doğru dürüst inşaat kayıtları bile yoktur ve neyin nereye, ne maksatla yapıldığı hakkında doğruya en yakın bilgiler ancak restorasyonlar sırasında ortaya çıkmaktadır.

        Eski senelerde, özellikle de 1960’ların restorasyonları ise başka bir âlemdir, hattâ felâkettir! İsimleri bugün “büyük hoca” diye geçen o devrin bazı anlı-şanlı mimarları restorasyonu titizlikle yapmaları, binanın her santimetrekaresini bile inceden inceye elden geçirmeleri gerektiği halde işin kolayına kaçıp mekâna çimentoyu basmışlar, asırlar öncesinin ahşap ve aynı şekilde zayıf duvarlarının üzerine böyle tonlarca ağırlık yüklenince de çatlaklar ve temellerde kaymalar başlamıştır!

        Son aylarda gazetelerde çıkan “Topkapı Sarayı’nın falanca bölümünde yıkılma tehlikesi baş gösterdi!” veya “Saray kayıyor” gibisinden muhtemel felâketlerin sebeplerinin başında şimdi “büyük hoca”, “üstad”, “eşsiz restoratör”, vesaire gibi pâyelerle bahsedilen geçmişin tarih, kültür ve en önemlisi de meslek cahili mimarlarının basiretsizlikleri gelir!

        BİZİM MİLLÎ MÜZEMİZ HİÇ OLMADI!

        Topkapı Sarayı’nı ayağa kaldırabilmek maksadıyla istediğimiz kadar çaba gösterelim, en zor restorasyonlara girişelim ve bu işler için büyük servetler de harcayalım, nafile! Uzun dönemde elde edecek olduğumuz sadece bir hiçtir ve en mükemmel şekilde restore edilmiş bölümlerde bile kısa bir müddet sonra yine bozulma baş gösterecektir! Zira asırların getirdiği tahribat devam edecek, bir taraf yapılırken diğer taraf bozulmaya başlayacak, oraya el atıldığında da bu defa restore edilmiş kısım eskiyecektir.

        Dolayısı ile çözüm, restorasyonun sarayın bazı bölümlerinde ama taksit taksit değil, tamamında ve mutlaka aynı anda yapılmasıdır. Bunun yolu ise ziyaretçi gelirinin gözardı edilip Topkapı’nın iş bitene kadar bir, hattâ iki seneliğine ziyarete kapatılmasından geçer!

        Ama bu da kâfi değildir. Yenilenen sarayın o aşamadan sonraki bakımı da büyük masraf gerektirir ve bütün masrafları karşılasak bile senelerdir mevcut olan bir başka mesele hâlâ çözüme kavuşturulamamış olacaktır:

        Topkapı’nın hüviyeti, yani “saray” mı yoksa “müze” mi olduğu…

        İmparatorluk devrinde “Saray-ı Hümayun” veya “Saray-ı Âmire” denen Topkapı, adı üzerinde, “saray”dır; yani hem hükümdar ile ailesinin resmî ikametgâhı, hem de devletin idare merkezidir ve aslında “müze” değildir. Topkapı’da bugün muhafaza edilen eserlerin çoğu geçmiş asırların ya günlük eşyalarıdır yahut Kutsal Emanetler ile hazine gibi devletin o devirlerdeki en yüksek makamının hâkimiyet alâmeti olan objelerdir.

        Türkiye’de bugün “Türkiye Müzesi”, yani İngilizlerin meşhur “British Museum”larının benzeri “Turkish Museum” diyebileceğimiz bir müessese henüz yoktur ve saraydaki birçok objenin bulunması gereken yer işte şimdi mevcut olmayan ve çok geç kalmış olsak bile tarihî yarımadada mutlaka kurmamız gereken böyle bir müzedir.

        Kutsal Emanetler’in yeri zaten Topkapı Sarayı’dır ama “padişah portreleri” ve “padişah elbiseleri” gibi geniş mekânları dolduran objelerin, depolardaki on binlerce silâhın, binlerce porselenin, top top kumaşın vesairenin teşhir edilmesi gereken yer Topkapı değil, “Türk Müzesi”dir. Topkapı’nın salonlarını ve depolarını dolduran objeler kurulacak yeni müzeye nakledildiği takdirde bu mekân dünyanın sayılı kültür merkezlerinden biri hâline gelir; Topkapı da rahat bir nefes alır, hakiki kimliğine, yani “saraylığına” döner ve ziyaretçiler asıl Topkapı Sarayı’nı işte o zaman görüp öğrenirler.

        Diğer Yazılar