Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan’ın önceki hafta “Sevr diye bir andlaşmanın mevcut olmadığı, zira imzalanmadığı ve tanınmadığı” iddiasında bulunup Sevr’in bundan böyle okullarda “andlaşma” değil,“belge” diye öğretilmesi için çalışacaklarını söylemesi üzerine geçenlerde bu konuyu yazdım ve hukuken mevcut olmadığı ileri sürülen Sevr’in üç sene boyunca bütün şiddeti ile uygulandığını anlattım.

        Ama zihinlerini anlamamak maksadıyla ellerinden gelen her şekilde kapatanlara; okumaya, araştırmaya ve dinlemeye lüzum hissetmeyip önceden ezberledikleri sabit fikirlere dört elleri ile sımsıkı sarılanlara ve İngilizcedeki “Teach me if you can!”, yani “Öğrenmeyeceğiiiim! Hadi bakalım, öğretebilirsen öğret!” sözünü doğrulama inadındakilere birşeyleri izah edebilmek ne mümkün?

        İki haftadan buyana Sevr konusunda mesajlar gönderiyor, “Sen ne diyorsun? Sevr onaylanmamıştı ki uygulansın! Üstelik padişahın Sevr’i onaylamadığını Şahbaba’da sen yazmamış mıydın?” diyor ve ayıptan da öte böyle reddiyelere bugünlerde, yani Malazgirt ile Büyük Taarruz’un yıldönümü haftasında bile kalkışabiliyorlar!

        Bu şekilde idrak tutulmasına uğrayanlar için Sevr meselesini hem kısa, hem basit şekilde ve son defa olması ümidi ile tekrar izah edeyim:

        “Onaylama” ile “uygulama” birbirlerinden tamamen farklı kavramlardır ve “onaylanmış” olan Sevr’in “uygulanmamış olduğunu” zannetmek büyük hatâdır.

        Ben “Sultan Vahideddin Sevr’i onaylamadı. Zaman kazanmak için bekledi ama imzalamadı” diye yazdım, doğru, zaten Vahideddin de hatıralarında böyle diyordu ama andlaşmanın fiilen uygulanmadığını söylemedim, zira “Sevr” denen çöküş ve utanç belgesi, maalesef bütün mel’aneti ile tatbik edilmişti!

        Sevr bizim açımızdan resmen bir “proje” ama fiiliyat bakımından “felâket” idi!

        Uluslararası bir andlaşmanın imza koyan memleket için resmiyet kazanması için o memleketin kanunlarının öngördüğü şekilde tasdik edilmesi şarttır. Sevr’in imzalandığı dönemde yürürlükte olan 1876 Anayasası’nın yedinci maddesi uluslararası andlaşmaların padişah tarafından tasdikini, bu anayasada 1909’da yapılan değişikliğin yine yedinci maddesi de, andlaşma metinlerinin Meclis tarafından da onaylanmasını öngörür.

        Meselenin önemli tarafı, işte burada: Padişah andlaşmayı imzalamaya isteksiz ve Meclis de zaten kapatılmış olduğu için Türkiye Sevr’i resmen onaylamadı ama andlaşma dibine kadar uygulandı!

        EMİNİM, 30 EKİM’DE DE GÜLECEĞİZ!

        Türkiye andlaşmayı onaylamamış olmasına rağmen daha önceden imzalamış ve açık bir ifade ile söyleyeyim, kabul etmişti! Hâdi Paşa ile Reşad Hâlis ve Rıza Tevfik Beyler 10 Ağustos 1920’de Sevr’i hükümdardan ve hükümetten aldıkları yetki belgelerine dayanarak imzalamışlardı ve Dünya Harbi’nin galip tarafının “Türkiye andlaşmayı henüz onaylamadı, padişahın tasdikini bekleyelim de maddelerin uygulamasına ondan sonra başlayalım” diye düşünmesine hiçbir lüzum yoktu! Zaten 1918 Ekim’inde önümüze konan ve ilk teslimiyet belgemiz olan Mondros Mütarekesi’ni de kabul etmek zorunda kalmıştık, memleketin işgaline bu mütarekenin hükümlerine göre başlanmıştı ve galip taraf Sevr’in altına imzamızı koyduğumuz anda meselenin hukukî tarafı da halledildiği için andlaşmanın her yönü ile tatbikine başlamıştı.

        Sevr’in uygulanması ile ilgili olarak arşivlerimizde öyle birkaç değil, binlerce belge vardır ve bu evrakın sadece birkaçını okuduğunuz takdirde, mâlûm andlaşmanın nasıl perişan edici bir belâ olduğunu elinizdeki belgenin daha ilk satırlarından itibaren farkedersiniz!

        Tekrar söyleyeyim: Türkiye, Sevr’i resmen onaylamamıştır ama imzalayıp kabul etmiştir ve Birinci Dünya Harbi’nin galibi olan Müttefikler bu uğursuz metni maddelerinin bütün ayrıntılarına varıncaya kadar uygulamışlardır! Bu yüzden “Sevr’i kabul etmiştik ama İstiklâl Harbi’nin neticesinde yırtıp attık” deyip işin doğrusunu söylemek yerine “Canım, öyle bir andlaşma mı varmış? Kim söylüyor? Haaa, hani şu onaylamadığımız için geçersiz kalan o belgeden mi bahsediyorsun? Boşveeer!” gibisinden kıvırmalarla o senelerde yaşanmış büyük ıstırapları silip atma çabası, en azından İstiklâl Harbi’nin hem kahramanlarının, hem de şehidlerinin ruhlarını muazzep edecek büyük bir saygısızlıktır!

        Benim endişem, bundan iki ay sonra, önümüzdeki Ekim’in son haftalarında da ortaya benzer bir iddianın atılması ihtimali…

        30 Ekim, mâlûm, imparatorluğumuzun yıkılışının hazırlık belgesi olan Mondros Mütarekesi’ni imzalamamızın tam yüzüncü yıldönümü...

        İster misiniz, o gün de şimdi olduğu gibi bazı safdiller çıksın ve “Mondros’un bizimle alâkası yoktur; mütareke Kongo, Hindistan ve Marslılar arasında imza edilmişti!” deyiversinler!

        Diğer Yazılar