Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        TELEVİZYONUN bizde henüz pek bilinmediği ve radyonun temel eğlence vasıtası olduğu senelerde Gültekin Çeki’nin bestelediği ve marş gibi çalınıp okunan bir şarkı vardı: “Kara gözlüm efkârlanma gül gayrı / İbibikler öter ötmez ordayım”...

        Türkiye, yine o senelerde Tanju Okan’ın okuduğu bir başka şarkıyı daha terennüm ederdi: “Gurbetten gelmişim yorgunum hancı / Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş / Aman karanlığı görmesin gözüm / Beyaz perdeleri ger yavaş yavaş...”.

        Her iki şarkının güftesi de Bekir Sıtkı Erdoğan’a aitti.

        Bekir Sıtkı Erdoğan geçen Pazar günü vefat etti ve vefatı bazı gazetelerde sadece birkaç satırlık küçücük bir haber olabildi, o kadar.

        Edebiyatımızda bin küsur senelik bir geleneğe sahip olan şiir, Türkiye’de uzun senelerden buyana bazı cenderelerin içerisindedir ve şiiri esir alıp insafsızca sıkıştıran bu cenderelerin başında idelojik bakış ile edebiyat muhitlerine hâkim olan eş-dost çevreleri, yani “sanat mafyaları” gelir.

        Memlekette giderek sertleşen kamplaşmalarda artık şairler de paylaşılmış, herhangi bir kampa mensup bulunmayan gerçek şair bilinmez olmuş ama sanatını ideolojinin emrine verenler baştâcı edilmişlerdir.

        SANAT MAFYASININ VİZESİ

        Bu kamplaşmanın üzerine bir de medyada kültür ve sanat köşelerini ellerinde tutup sanat yayıncılığını hâkimiyetleri altına almış olan birkaç kişilik entellektüel kültür mafyasını da ilâve edin!

        Sanatınızı bir ideolojinin yahut görüşün vasıtası etmediğiniz veya sanat ve kültür mafyasının gözüne girip de onlardan vize alamadığınız takdirde ortaya edebî şâheserler bile koymuş olsanız isminizin duyulması, eserlerinizin bilinip tanınması mümkün değildir.

        1950’li ve 60’lı senelerin İstanbul’unu bilenler mutlaka hatırlayacaklardır: Boğaz’ın sularında “Pia”, “Marya” ve “Ayten” isimli sandallar dolaşırdı...

        Her üç isimde, o devrin revaçta olan şiirlerinin ilhamı ile konmuştu: “Pia”, Attilâ İlhan’ın şiiri idi; “Marya”Bekir Sıtkı Erdoğan’dan almışlardı, “Ayten”i de Ümit Yaşar Oğuzcan’dan...

        Türk şiirinin son büyük isimlerinden olan Bekir Sıtkı Erdoğan, neyse ki kamplaşmaların ve mafyavârî edebî grupların ortaya çıkmasından önceki şairler nesline mensuptu. Dolayısı ile şayet bugünlerin genç şairlerinden biri olsa idi, yazdıklarını okuma imkânı bulamayacaktık ve bir şiirinin isminin sandallara verilmesi gibisinden artık eski zamanlarda kalmış bir zarafetin yaşanması da mümkün olmayacaktı.

        ARUZ VE YENİ TÜRKÇE

        Bekir Sıtkı Erdoğan, en bilinen şiirlerinden olan “Hancı” ve “Kışlada Bahar” gibi hece ile yazdığı manzumelerin yanısıra yeni dile uyarlanması aslında büyük maharet isteyen aruzu da gayet ustalıkla kullanmıştı. Rahmetli üstadın değişik vezinlerle, yani heceyle, aruzla yahut serbest şekilde yazdığı şiirlerini merak edenler eski senelerde basılmış olan “Bir Yağmur Başladı” ile “Dostlar Başına” isimli kitaplarını temin edip saf ve sanatlı şiirin ne olduğunu öğrenebilirler.

        Bu yazıyı, Bekir Sıtkı Erdoğan’ın günümüzün Türkçesi’ni aruza mükemmel şekilde tatbik ederek yazdığı şiirlerinden birinin ilk kuplesi ile tamamlıyorum. Mısralarda geçen ama şimdilerde maalesef unutulmuş olan bazı kelimeleri öğrenmek isteyenler, zahmet buyurup “sözlük” denen kitaplara bakabilirler:

        “İkimizin Efsanesi” başlıklı şiir “Evrende şiir yoktu henüz, yoktu ozanlar, / ‘Kün’ sırrı tüterken daha masmavi dumanlar, / Nazm elde kadeh, sen de şarabıydın o aşkın, / Ben tââ o yudumdan beri mestâne ve şaşkın... / Mahmurluğu hâlâ süregelmiş bu nasıl dem? / Hâlâ seni Havvâ sanıyorlar beni Âdem!..” diye başlar, “Sen gel yetişir, ben aşarım dağları bir bir, / Dağlar ne ki çağlardan aşar coştu mu şair!...” mısraları ile nihayet bulur.

        Çağları aşacak eserler vermiş olan Türk şiirinin başı sağolsun.

        Diğer Yazılar