Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Kiç kere söyledim ama nafile...” İşte bu cümlede bitiyor iş. Bıkmışlık, tükenmişlik ve yorgunluk belirtisidir bu 5 kelime. Duyulmama ve anlaşılmamanın verdiği sıkıntıyla çaresizliğin başladığı noktadır o an. Söylenen her kelime söyletene ulaşamadan görünmez bir camdan duvara vurup yere düşer adeta. İşin garip tarafı konuşulan kişi gözünüzün içine bakmakta, ona ulaşmak için çaba sarf ettiğinizi, duyulmak uğruna kendinizi nasıl paraladığınızı da fark etmektedir. Öylece kafatasının içerisi boşaltılmışçasına, gözleri gözlerinizde durur karşınızda ve değişen hiçbir şey olmaz... Yıllarca siz konuşmaya, o tutturmuş olduğu yola (hiçbir değişiklik yapmaksızın) devam edip gidersiniz.

        Bu döngünün tek bir sebebi vardır: İçinde yaşadığımız görünmez kafeslerimiz! Senin, benim, hepimizin kendimizi hapsettiğimiz birer kafesimiz var aslında. Aklımızın ermeye başladığı ilk günden itibaren önce ailemiz sonra toplumsal değerler, kültürel yapı ve inançlar santim santim parmaklıkları örmeye, içini kendine göre döşemeye başlar. Sonra da bize “kafesin içinin doğru, gerekli ve önemli, dışının ise yanlış, gereksiz ve önemsiz şeylerle dolu” olduğunu söylerler. Biz de inanır, kabullenir, ağzımızda özgürlük söylemleriyle aslında bir ömür boyu ciddi anlamda “tutuklu” yaşayıp içimizdeki tatmin edemediğimiz açlıkla göçüp gideriz. Manevi değerlere saldırılar, maddi yaralanmalar, çevrede duymaktan bıktığımız tecavüzler, savaş, haksızlıklar, yolsuzluklar, terör yavaş yavaş bizi tutsak eden parrmaklıkları (korunduğumuzu sandığımız için) daha da sağlamlaştırır.

        İroniye bakın ki kurtuluş aslında o parmaklıkların sağlamlaştırılmasında değil, yıkılışında ve özgürlüğe gerçek anlamda atılacak adımda saklıdır. Özgürlüğe atılacak adımı, içinde bulunduğu kafese göre her birey farklı tanımlayacaktır mutlaka. Benim için sadece 2 yol var: Okumak ve dinlemek yani kısacası öğrenmek. Her konuda, her alanda... Kabul edelim ki toplumumuzda bu her iki yol da tıkanmış görünmekte. Okuduklarımız da dinlediklerimiz de kafesimizin içerisine (para ya da konum kazanmak amacıyla) atılanlarla kısıtlı maalesef. Okumak ve dinlemek beynimizin tümünü aktive eder. Şayet okuyup dinlediklerimiz kafamızda hiçbir soru ve yorum oluşturmuyor, tartışmamıza fırsat vermiyor, yeni ufuklar açmıyor ve adeta uyuşturuyorsa yanlış seçeneklerle yüz yüzeyiz demektir.

        Ne okuyacağınız ilgi alanınıza göre değişir ama ben özellikle bilim okumanızı tavsiye ediyor, düzenli bilim okuduğunuz takdirde birazdan sayacağım kendinizde olacak değişimleri fark edeceğinizi garanti ediyorum:

        Kelime hazineniz ve konsantrasyon gücünüz gelişecek; “Dünyanın daha güzel ve yaşanılası bir şekle girmesi için neler yapılabilir?” sorusu sıklıkla aklınıza gelecek; yaşam felsefeniz aktif ve üretken olmak üzerine yoğunlaşacak; hayal gücünüz artacak; zekânızın daha kıvrak, hafızanızın daha keskin olduğunu hissedeceksiniz; sohbetlerinize doyum olmayacak; stresiniz azalacak; kendinizi yeniden keşfedecek, çevrenizdeki olup biten saçmalıkların farkına varacaksınız. İşte o noktada kafeste yaşayan değil kafeste yaşayanlara el uzatan kişi olacaksınız.

        Çocuklarınıza da bilim okuma alışkanlığı kazandırırsanız vereceğim garanti listesi çok daha uzar...

        Çocuğunuz mantıklı düşünmeyi öğrenecek; sorumluluk almaktan yüksünmeyecek; özgüveni gelişecek; kelime hazinesindeki “İmkânsız” kelimesini “Bir yolu vardır” ile değiştirecek; kötü alışkanlıklara yönelmeyecek; doğa ve insan sevgisi artacak; hayallerini gerçekleştirebileceğine inanacak; paylaşmak, ekip çalışması, belli konu üzerinde tartışmak nedir bilecek; nasıl ve niçin sorularını sorduğu için suiistimalciler tarafından kandırılamayacak; kendine güveni artacak...

        Liste çok çok daha uzun. Peki neye dayanarak bu garantileri verebiliyorum? Binlerce çocuk üzerinde yapılan istatistiki araştırmalara dayanarak.

        Özetle, artık çevremizdeki kafeste yaşayanları eleştirmekten vazgeçip önce kendimizi sonra çocuklarımızı kendi kafeslerimizden çıkarmanın, okuma ve dinleme özrümüzü gidermenin tam zamanı. Aksi takdirde mental ve fiziksel sağlığımızı kısa sürede kaybedeceğiz.

        BU HAFTANIN KONUSUNA UYGUN ‘BİLİMSEL’ BİR SORU BİR DE HABER SEÇTİM SİZLER İÇİN

        SORU: Medya aracılığıyla devlet büyüklerimizle şimdiye kadar yapılmış birçok samimi röportajı denk geldikçe okuyorum. Cumhurbaşkanlarının, başbakanların siyaset dışında şurdan, burdan, çocuklarından, anılarından konuşmalarını takip etmek hoşuma gidiyor. Sorulan sorular arasında (mesela) “Sizce uzaylılar var mı?” sorusu neden yoktur hep merak etmişimdir. Milyonlarca insanın, bilim camiasının en çok tartıştığı konulardan biridir oysa... İçinde yaşadığımız kafes ve “Sorarsam terslenirim” korkusu müsaade etmediği için mi sormuyoruz? Ben şahsen yanıtlarını merak ediyorum.

        HABER: UFO sorusu Amerikalı politikacılara sorulmuş...

        Bu yılın başlarında ABD’nin Demokrat Parti başkan adayları yarışırken Jimmy Kimmel tarafından yapılan bir röportaj sırasında Hillary Clinton’a “Uzaylıların varlığına inanıyor musunuz? UFO’lar hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sorulmuştu. Benim ilk tepkim soruyu soran gazetecinin klişe sorulardan sıyrılıp beklenmedik bir soruya Clinton’ın “kıvrak zekâsı olup olmadığını” test etmesini alkışlamak oldu. Olay UFO’ya inanmak ya da inanmamak değil burada. Olay milyonları temsil etmeyi planlayan bir insanın alışılagelmiş sistemin/konuşmaların dışına çıkıldığındaki tepkisini, entelektüelliğini, hatta çok güçlü bir zekâ gerektiren espri gücünü ölçmekti. Yanıt, beklenilenin çok dışında ve ciddi oldu: “Başkan seçilirsem UFO komploları etraflıca incelenecek. UFO ile ilgili gerçekler açıklanacak. Uçak ve düşman silahları inceleme, analiz etme ve araştırma merkezi olarak kullanılmakta olan 51. Bölge’ye görev güçleri göndererek elde edilen bilgiler halkla paylaşılacak.” Bu cümleleri duyunca ağzımın bir süre açık kaldığını fark ettim. “Sırları halkla paylaşacağım” lafına epey güldüm. Ama diğer yandan “kekelemeden, savuşturmadan konuşabildi” diye de şaşırdım. Daha sonra Jimmy Kimmel’in aynı soruyu Bill Clinton’a ve Barack Obama’ya da yönlendirdiğini arşivleri karıştırınca buldum. Bill Clinton, “Bence uzaylılar var ama elimizde bunu kanıtlayan bir doküman yok” derken Obama (espriyle karışık) “Bu konuda bilgi veremem” şeklinde yanıtlıyordu. Kimmel, Obama’ya “Ama Bill Clinton açık sözlülükle fikirlerini açıkladı. Siz neden ‘Bilgi veremem’ diye yanıtlıyorsunuz?” diye sorduğunda Obama gülerek “Çünkü bize öyle yanıt vermemiz için talimat veriliyor” dedi.

        Geçen hafta UFO komplo teorisyeni (39 yaşında, 2 çocuk babası) İngiliz Max Spiers’in konferans için gittiği Polonya’da hayatını şaibeli bir şekilde (siyah bir sıvı kusarak) kaybetmesiyle ilgili haberler çıkınca “bazı sırların” ne derece rahatlıkla paylaşılıp paylaşılamayacağını anlamak hiç de zor değil. Spiers’in ölü bulunmadan kısa bir süre önce annesine gönderdiği bir mesajda, “Bana bir şey olursa araştırın” yazmasının ardından hayatını kaybetmesi, bu haberin ise medyaya aylar sonra düşmesi cinayet ve cinayeti örtbas etme iddiasını sizce de güçlendirmiyor mu?

        Evet bu hafta söze “yaşadığımız kafes” diye başlayıp “uzaylılar ve UFO’lar” hakkında konuşarak köşemizi doldurduk. Kafesten biraz çıktık açıkçası. Umarım bir sürelik kafessiz düşünüşten keyif almışsınızdır. İster kafesinize geri dönün, isterseniz buradan özgürce yolunuza devam edin. Bilimle kalın...

        Diğer Yazılar