Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BU yazı yazıldığı sırada, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Varna’da AB Konseyi Başkanı Donald Tusk ve Komisyon Başkanı Jean-Claude Juncker ile yapacağı zirveye birkaç saat kalmıştı. Dolayısıyla araları epeydir limoni olan tarafların yaptığı toplantıdan çıkan sonuçlar yerine zirvenin formatına değinmek istiyorum.

        Buluşma için AB liderlerinin tamamının olduğu bir Brüksel zirvesi tercih edilebilirdi pekâlâ. Bunun yerine sadece kurumsal pozisyona sahip AB liderlerinin katılımının tercih edilmesi düşündürücü bir durum. Akla gelen ilk sembolik anlam, AB’nin Türkiye’yi artık aynı değerleri paylaşmak istediği bir aile adayı olarak değil, bir karşı blok olarak gördüğüne işaret ediyor.

        Halbuki bu işler eskiden böyle olmaz, Türkiye AB liderleriyle aynı aile fotoğrafının içine davet edilirdi. Zirvede çekilen o aile fotoğrafı hem Türkiye’nin hem de AB’nin imajına olumlu katkı yapardı. O fotoğraf AB’yi bir Hıristiyan kulübü olarak anılmaktan kurtarırken, Türkiye’nin İslam dünyasının tek laik-demokratik ülkesi olma iddiası da adeta somutlaşırdı.

        Toplantının, AB Dönem Başkanı Bulgaristan’ın öncülüğünde yapılıyor olmasının arka planında iki önemli realite yatıyor. Türkiye’yle sınıra sahip Bulgaristan’ın başbakanı Boyko Borisov, bu zirvenin gerçekleşmesi için çok çaba sarf etti. Fakat keşke Borisov’un bu çabası aynı zamanda Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediği anlamına da gelebilseydi. Ne yazık ki dost sandığımız Borisov Türkiye’nin tam üyeliğine açıkça karşı çıkıyor. Bununla birlikte Türkiye’nin AB tarafından tahrik edilmesiniyse bu işin sonunda herkesten çok Bulgaristan’ın zararlı çıkacağı gerekçesiyle istemiyor. Kıbrıs, Yunanistan ve Gümrük Birliği’nde yaşanan anlaşmazlıklar yüzünden göçmen meselesinde köprülerin atılması halinde Bulgaristan’ın göçmen istilasına uğramasından hayli korkuyor. Bunu engellemek için de AB ile Türkiye’yi uzlaştırmaya çalışıyor.

        GÖÇMEN MUTABAKATI

        Toplantının mekân boyutu da üzerinde durulmayı hak ediyor. Zirvenin Brüksel’den Varna’ya taşınması AB’nin Türkiye’yi, sorunlu Ortadoğu mahallesindeki bir sınır komşusu olarak gördüğü şeklinde okunabilir. Korkarım ki Varna formatı, Avrupa Parlamentosu’nun 2017’de aldığı Türkiye’yle üyelik müzakerelerini askıya alma kararıyla da uygulamada örtüşüyor gibi görünüyor. Bu formata itiraz edilmemiş olması, Ankara’nın da AB’deki bu stratejik eksen kaymasını pek dert etmediği anlamına geliyor.

        Buluşma öncesi yapılan açıklamalar toplantının muhtevasını gözler önüne serdi. AB 4 yıl önce Türkiye’yle yaptığı göçmen mutabakatının devamını istiyor. Toplantının en önemli gündem maddesi olan mutabakat, Türkiye’nin Avrupa ülkelerine göçü engellemesini, Yunanistan’a kaçan Suriyelilerin geri alınmasını öngörüyor. Bunun karşılığında da belli oranlarda Suriyeli, Avrupa ülkelerince peyderpey mülteci olarak kabul edilecek, Türkiye’ye mali yardımlar yapılacaktı.

        Gelelim bugüne. AB’nin üzerine düşeni tam olarak yapmadığını bizzat Ankara’dan gelen açıklamalardan biliyoruz. İşin tuhaf tarafı şu ki Türkiye’nin buna rağmen anlaşmaya uyduğunu da Avrupalı liderlerin açıklamalarından biliyoruz.

        Tuhaflıklar zincirinin bir de değinmeden geçilemeyecek vize boyutu var... 4 yıl önce mutabakatlar imzalandığında göçün durdurulması için işbirliği yapması halinde AB’nin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına 1.5-2 yıl içinde vizesiz seyahat hakkı tanıyacağı belirtilmişti. Vizesiz seyahat hakkı tanınmazsa Türkiye de diğer anlaşmaları rafa kaldıracaktı. Aradan 4 yıl geçti. Neylersin ki Türkiye vatandaşlarının AB ülkelerinden vize almaları da bu arada en az 4 misli zorlaştı. Nedense şimdi kimse de bu tuhaflığı hatırlamak bile istemiyor. Sanırım bu kollektif hafıza kaybı da tarafların hataları kabullenip gereğini yapmak istememelerinden kaynaklanıyor. Belli ki gerekenleri yapmamak iki tarafın da işine geliyor. Olan da vize kuyruklarında parasıyla eza çeken Türklere oluyor ne de olsa!

        Diğer Yazılar