Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Kitlelerin kopyalama ve orijinali yeniden üretme ve dağıtma teknolojileri sayesinde sanat ürünlerinin kopyalarına ulaşma imkanını bulmalarının onlar üzerindeki orijinal sanat ürününün yaratabileceği gizemli etkiyi bozabileceğini, orijinal sanat ürününe ilgiyi azaltabileceğini Walter Benjamin yazmıştı.

        Her ne kadar John Berger, Walter Benjamin üzerine yazdığı denemede (Selected Essays of John Berger, sayfa 186) düşünürün fazla sistematik çalışan bir yöntemi olmadığını yazmış olsa da çoğaltılabilen sanat ürünleri üzerine bu tespitinin tartışılması gerektiği barizdir.

        Nitekim aynı John Berger diğer sanat eserleri gibi benzer üretim süreçleri içermediğinden ve anında çoğaltılarak dağıtılması imkanı olduğundan fotoğrafın da sanat sayılıp sayılmayacağını sorgularken Benjamin’den de etkilendiği söylenebilir. (Ben buna katılmıyorum fotoğraf sanatına inanıyorum)

        Ama Walter Benjamin’in korktuğu olmadı, çoğaltılabilmesi ve kopyalarının yaygın dağıtılabilmesi orijinal sanat eserinin gizemini azaltacak yerde o gizemi arttırdığı da söylenebilir. Yani insanlar çoğaltılmış kopyalarını gördükleri sanat eserinin orijinalini daha da merak etmeye başladılar.

        REKLAM

        Örneğin ben sanattan popüler kültüre, sinema ve edebiyata uzanan bağlantıları çözümlemeye çalıştığım bu tür yazılarımı yazarken yazımda geçen sanat eserlerini dijital ortamda bulup bakıyorum. Bu tür ‘görme biçimi’ bana sanat eseri hakkına bir fikir verse dahi o eserin orijinalini bizzat görüp yaşamak duygularımı da ateşliyor.

        MÜZELERİN İŞLEVİ

        Sanat eserinin orijinalini görüp onu bizzat deneyimleme arzumuzun müzelerin ortaya çıkış nedeni olduğunu söyleyebiliriz.

        Şimdi düşünüyorum da hayat böyle hep basit olsaydı ayrımlar hep böyle net ve birbirini tamamlayıcı olabilseydi ne güzel olurdu değil mi? Kategoriler hep böyle net olabilseydi hayat hem çok daha güzel ve daha rahat olabilirdi.

        Yani bir tarafta müzelerdeki orijinal sanat eserleri varolurken bir yandan da çoğaltma ve kopyalama teknikleri ile o eserin kopyalarını kitlelerin görebilmesi de bir arada sorunsuz yaşanabilseydi. Orijinalin kopyalanmış halini görünce merakı kabaran kitleler de müzelerde orijinali görse ve hayat böyle sorunsuz devam edip gitseydi ne güzel olurdu değil mi?

        Ama olmuyor işte. İnsan beyni bir türlü rahat durmuyor.

        Beyinlerin rahat durmaması açısından, hayatı temelde basitleştirebilecek kategorik ayrımları eleştirip bozmak ve yaşayıp giden bizleri rahatsız etme yeteceği açısından Marksist düşünürlerin eşi benzeri yoktur.

        Müzeleri merak ettiğimiz orijinal eserlerini tanıyıp deneyimleme yerleri olarak basitçe görüp, bu kurumu kendi hallerine bırakacaklarına Marksist düşünürler, başta John Berger olmak üzere, müzelere sınıfsal eleştiri getirdiler.

        Berger, müzelerin hem kendi iç işleyişleri ile elitist tavırlarıyla ve eserleri görmeye gelenlerden beklediği kültürel davranış normlarıyla burjuva sınıfının ideolojisine sahip yani hakim sınıfa ait olduklarını söyler. Bu yüzden çağdaş müzelerin çalışma yöntemlerini ve sergileme ideolojilerinin eleştirilmesi gerekiyor Berger’e göre. Hem eleştiri gerekiyor hem de daha eşitlikçi daha özgürlükçü müzecilik anlayışının yerleştirilmesi lazım Marksist eleştirmenlere göre.

        REKLAM

        Ben müzelerin sadece burjuvazinin damgasını taşıdığından dolayı mutlaka eleştilmesi ve değiştirilmesi gerektiğine inanmıyorum. Bunlar hakim sınıfın kurumları olsalar dahi kendi hallerine bırakılabilirler bence. İlla da acil bir değişim zorunlu değil bu durumda.

        Müzeler bugünkü haliyle burjuvazinin kontrolünde kalsalar kendilerinden beklenilen fonksiyonları çok daha iyi yerine getirirler diye düşünüyorum.

        SANATI MÜZE DIŞINA ÇIKARMA AKIMI

        Ben her ne kadar müzelerin burjuvazinin ideolojisini taşımalarıyla şu anda kavga vermek öncelikli bir iş değil diye düşünsem de, bu birçok sanatçının benimle aynı fikirde olduğu anlamına gelmiyordu tabii.

        İyi ki de gelmiyordu çünkü müzelerin sergileme ideolojilerine ve sanat eserini pazarlanan bir mala dönüştürmesine karşı olan birçok sanatçı 1960’ler ve 1970’lerde sanatı müzeler dışına çıkarma akımını başlattılar.

        Aynı tarihler batı alemindeki ilerici kesimlerde ekolojik duyarlılıkların ve tabiata geri dönüş hareketlerinin gücünün arttığı dönemlerdir de.

        Bu ideoloji müzelere karşı sanatçı duyarlılığı ile birleşince ortaya etkileri bugüne kadar süren yeni bir sanat akımı çıktı.

        Bu sanatçılar zaten karşı oldukları müzelere sığmayacak boyutta dev eserler düşleyip yaratıyorlardı. Dönemin ekolojik duyarlılıklarına ve tabiata dönüş hareketleriyle uyumlu biçimde eserlerini tabiattın doğallığı içinde sergilemekten yanaydılar.

        Sadece mekan kavramını dönüştürmekle de kalmıyorlar ‘zaman’ kavramını da dönüştürüyorlardı.

        Eskiden bir sanat ürünü belirli bir zaman sürecinde tamamlanıp müzede yine bir zaman diliminde sergilenirdi. Ancak yeni sanatçıların ürünleri yıllar içinde belki de hiç tamamlanmıyordu ve tabiatta bu durumu ile görülebiliyordu.

        Müzeye giden ziyaretçiler belki de başka meşhur bir eseri görmek için oradayken büyük ihtimalle başka eserleri tesadüfen de görebiliyorlardı. Ancak bu ücra bölgelere, tabiata yerleştirilen yeni sanat ürünlerini görmek için ziyaretçilerden artık bir gayret göstermeleri de bekleniyordu.

        Ürünün sergilendiği ücra bölgeye gitmek için yolculuğu göze alanlar görebilecekti ancak sanatı. ’Sanat için hac’ karamı da bu dönemde gelişti.

        Anlayacağınız bu akım sadece mekan ve zaman kavramını dönüştürmekle kalmayıp sanatın ‘görülme biçimini’ de dönüştürüyordu.

        İLK SİNYAL

        Tam yılını hatırlamıyorum ama 1970’lerin sonuna doğru olmalıydı New York’ta oldukça tuhaf bir deneyim yaşadım.

        Şimdi düşünüyorum da aslında o günlerde hayatım sadece bir dizi tuhaf deneyimden oluşuyordu ama o yaşadığım ve şimdi anlatacağım uzun yıllar sonra hatırlanmaya değecek kadar özeldi.

        Radikal fikirlerin ve yeniliklerin daima haber yapıldığı ve tartışıldığı haftalık Village Voice gazetesinde dikkatimi çeken bir sanat olayı tartışılıyordu.

        Walter de Maria adlı sanatçı Soho bölgesinde bir galeride oldukça tuhaf ve radikal bir sergi gerçekleştiriyordu. O günlerde pek müze gezmek ve galerilere gitmek adetim olmasa da okuduklarım ilgimi çektiğinden bunu benim bile bizzat gömem gerektiğini düşündüm.

        Walter de Maria ‘New York Earth Room’ adını verdiği sergisinde bir galerinin bütün odalarının zeminini gübreli toprak ile kaplamıştı. Gübreli olduğunu düşünüyorum çünkü galerinin kapısından kafanızı uzattığınızda belirgin bir koku da geliyordu.

        O günlerde gençliğin verdiği züppelikle de bunu son derece anlamsız bulmuş ve bunun sanat sayılmayacağını beni dinleyen herkese anlatmıştım. Neyse ki çok fazla kişi dinlemedi beni.

        REKLAM

        Oysa sanatçı burada önemli bir dönüm noktasını geldiğini ilan ediyor ve aslında bir anlamda galerilerin ve müzelerin başkenti New York’un zamanının bittiğini ve sanatın artık tabiata dönmekte olduğunu söylüyordu.

        Sanatçı bunu New York’un galeriler bölgesi olan Soho’da bir galeriyi tarlaya dönüştürerek yapmıştı.

        Bir dönüm noktasında olunduğunu ve yeni bir sanat anlayışının yaklaşmakta olduğunu ve sanatın tabiata döneceğini New York’un ortasında bir orman yaratarak, anlatan bir diğer sanatçı da Alan Sofist’ti. O bu sanat olayını ’Time Landscape’ olarak adlandırdı ve bayağı da tartışma çıkmasına neden oldu.

        Bunlar artık müzelere galerilere sığmayacak yeni bir sanat ortamının geldiğini ilan eden ilk işaretlerdi.

        Bu yeni sanat türü İngiltere, İtalya ve japonya’da da görüldü ama asıl güçlü olduğu yer Amerika’ydı.

        Bunun nedeni ise Amerika’nın özellikle batı ve güney batısının insanın nefesini kesecek güzellikte vahşi tabiat bölgelerinin bulunmasıydı. Yeni sanat anlayışı büyük sanat eserlerinin ücra ve tercihan vahşi otamlarda sergilenmesini tercih ettiğinden bu yeni sanatçıların özellikle Amerika’nın bu bahsettiğim bölgelerinde aktif olduğunu görüyoruz.

        Sanatı müzelerin dışına çıkaran bu sanatçılar üzerinde çalıştıkları çeşitli maddelerden oluşan sanat ürünlerini Amerika’nın çorak bölgelerinde, geniş vadilerinde ve tabii ki çöllerinde sergiliyorlardı.

        Birkaç örnekten bahsedeceğim.

        Nancy Holt ‘Sun Tunnels’ adını verdiği eserini Utah eyaletindeki çölde sergiledi.

        Bu sergi çok büyük silindirlerden oluşuyor. Uzaktan bakınca fazla anlamlı gelmeyebilir ama ıssız çölün ortasında bu insan yapımı objelerin varlığı insanı tuhaf düşüncelere itebiliyor. Ve sonra çölde güneş doğarken ve batarken tabiatın oynadığı inanılmaz gölge oyunlarını silindirlerin içinden bir uçtan diğer uca bakarken yeni deneyimler yaşamanız mümkün.

        REKLAM

        Zaten bu yeni sanatın amacı bizlere yeni deneyimler yaşatmak ve insan yapımı objelerin sizin tabiatı nasıl algıladığınızı değiştirebileceğini göstermek. Sanat ürünü tabiatı nasıl algıladığımızı değiştiriyor ama aynı zamanda muazzam ısız bucaksız tabiat da sanat ürününü nasıl algıladığımızı da belirliyor onlara göre.

        Bir başka örnek de yukarda New York’un ortasındaki galeriye tarla getirdiğini anladığım Walter de Maria’nın New Mexico çölünün ortasında yaptığı sanat gösterisi.

        Sanatçı 400 adet paslanmaz çelikten ince uzun boruyu çok büyük bir alana belli aralıklar ile yere sabitlemiş. Bakınca ilk başta bir anlam çıkaramazsınız, ancak çölde güneş batarken ve doğarken 400 çubuğa yansıyan güneş müthiş manzaralar ortaya çıkarabiliyor.

        Bir de yıldırım çakan hava olduğunda çubuklar yıldırım çekebildiğinden olağanüstü görüntü ortaya çıktığı da söyleniyor. Bunu bir fotoğraf sanatçısı görüntülemiş gerçekten de görüntü müthiş olmuş.

        Ben bu sanat ürünlerini bizzat gidip görmedim ama dokümanterlerden ve fotoğraflardan gördüklerimi anlatıyorum size.

        Vereceğim son örnek ise Michael Heizer’in olağanüstü bir heykeltraş sanatı ürünü olarak gördüğü ve Şehir (City) olarak adlandırdığı ve neredeyse 40 yıldır üzerinde çalıştığı gerçekten de eski medeniyetlerden kalma bir görüntüye benzer bir eser bu.

        New York galeri dünyasını çok iyi bilen Heizer çöldeki bu konumu bulmak için aylarca araştırma yapmış ve nedeyse bedava denilecek paraya araziyi alıp oraya yerleşmiş. Medeniyetten tamamen uzakta yaşıyor ve çalışıyor. Ona ulaşmak için yolu olmayan bir alanda arazi arabasıyla dört saat filan seyahat etmek gerekiyor.

        Bu ‘Şehir’ de etrafını saran ve onu kaplayan tabiat tarafından belirleniyor ve onun da varlığı uçsuz bıçaksız tabiatı da bizim için değiştiriyor.

        REKLAM

        'Amerikan sublime' diye bilinen bir kavram var. Burada sublime tam tercümeyle yüce anlamına geliyor. Ama dini bir anlamı yok. Uçsuz bucaksız büyüklükteki Amerika’nın dört bir yanına dağlmış uçsuz bucaksız vahşi tabiatı anlatmak ve bunun çağrıştırdığı düşünceleri ve sanatı adlandırmak içn kullanılıyor bu sublime kavramı.

        Bu sanatçılar uçsuz bucaksız ve ıssız tabiatta ilk bakışta göremeyeceğimiz yüceliği bizim de görebilmemiz için o uçsuz bucaksızlığın tam da merkezine koyuyorlar sanat ürünlerini. Bunların piyasada satılabilmesine imkan yok, onları bizzat görmek isteyenler ise hem risk de alarak bir bedel ödemeye razı olacaklar.

        Bedel ödemek, riski almaya değer mi diyorsanız bence değer çünkü sonunda bir anlamda sanatın yüceliğini görmeniz ihtimali var.

        ÇÖL ESTETİĞİ

        Bu tür yazılar hazırlık aşamasında birçok okuma ve fotoğraflara bakmak gibi çalışmalar içerdiğinden ben de daima yeni bir başka yazı yazma arzusunu tetikliyorlar.

        Her yeni yazı da benim 30 yıldır yazmakta olmama rağmen bugüne kadar açığa çıkarmamış olduğum yönlerimi kamusal alana açmamla sonuçlanıyor.

        Örneğin fotoğraf sanatına duyduğum yoğun ilgi ve fotoğraflara bakarak çalışma yöntemimi bugünlere kadar açığa çıkarmamıştım. Caz müziğine ilgim de keza öyle saklıydı. İyi seçerek caz dinlerim ve caz üzerine daima çalışırım.

        Son yazılarım bu yönlerimi sizlerle de paylaşmama yol açtı. Şikayet etmiyorum hatta bundan memnun olduğum ubile söyleyebilirim.

        Madem öyle neden anlatıyorsun ki bunu derseniz. Bugün de başka uzun süreli bir takıntım açığa çıktı da ondan yazıyorum bunları.

        Çocukluğumdan bu yana bende abartılı denilebilecek bir çöl sevgisi var. Çöl fotoğrafları en çok uzun incelediklerim arasındadır. Bugün çöldeki sanat üzerine yazarken bu çöl sevgimin yeniden depreştiğini farkettim. Bu sevgimin nedeni ve yaratabildiği sonuçlar üzerine bir yazı hazırlığına çoktan giriştim bunu da bilmenizi istedim.

        Diğer Yazılar