Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Jean Paul Sartre gençken Amerika’ya hayrandı. Gerçi o günlerde Amerika’yı sadece çizgi roman kahramanlarının maceralarından, filmlerden tanıyordu. Yani Amerika’yı sadece popüler kültür araçlarıyla, kendisi hakkında yaratmış olduğu 'mit’ler aracılığıyla tanıdığını sanıyordu.

        Roland Barthes "Yayılan mit çabuk olgunlaşır" demişti. Bu Sartre’de aynen oluyordu.

        Sartre’nin bu hayranlığı ileriki yıllarda bir hayal kırıklığına dönüştü.

        Filozofun Amerika’yı algılayışındaki bu değişimin incelendiği iyi bir çalışma için bakın: ’From Illusion to Disillusion: Sartre’s Views of America’ yazar Renate Peters, Canadian review of American Studies, vol.21, number 2, Fall 1990. Ayrıca Van Hammel’in yazdığı ‘America According to Sartre: Literature Philosophy Politics’ de okunabilir.

        Avrupalı düşünürler o yıllarda Amerika konusunda ya ona hayran olanlar veya Freud gibi Amerika’nın bir ‘hata’ olduğunu düşünenler olarak ikiye ayrılıyorlardı. Birçoğunun Amerika hakkında fikri onu görmeden oluşturulmuştu ve gidip bizzat görenlerin de fikirleri Sartre gibi sonradan değişebiliyordu.

        Örneğin Avrupalı bazı tiyatro yazarları Amerika’nın yeryüzündeki cennet olduğunu ileri sürebilirken onun bir hata olduğunu söylemiş olan Freud ise ABD’nin bir anti-cennet olduğunu da düşünmüştür.

        REKLAM

        AMERİKA SEYAHATİ

        1944 yılının Ağustos ayında Fransız direnişinin yayın organı olan Combat’ın yayın yönetmeni Albert Camus’tu.

        Camus hem çok fazla anlaşamadığı çok da sevmediği Sartre’yi Paris’ten uzaklaştırmak hem de Amerika’yı okuyucularına daha iyi anlatabilmek için Sartre’yi Combat’ın Amerika muhabiri olarak atadı.

        Şu anki konumuz bu değil ama Sartre ile Camus arasındaki anlaşmazlığın temelinde ikisinin Fransız direnişini nasıl algıladıkları da yatıyordu. Sartre hayatının sonuna kadar direnişin Paris ayağında çok aktif olduğunu anlattı. Bunun ne kadarının doğru ne kadarının abartı olduğu hep tartışıldı. Camus gerçekten direnişte aktif yer almasına rağmen yaptıklarının yetersizliği konusunda da hep dürüst oldu. Bu yüzden Sartre’den zaten pek hoşlanmayan Camus daha sona da bulunduğu her yerde kendisinin neden varoluşçu olmadığını anlatıp durdu. Direnişte bir mesaj taşıyıcı olarak görev almış olan Jean-Francois Revel daha sonra Sartre’nin felsefesi ile ve yazıda kullandığı özel dille kendisi hakkında mitler yarattığını anlatan kitaplar da yazdı. Yazar Clive James ‘Cultural Amnesia’ adlı kitabında kendisinin 'Fransız goşist düşünürler' diye adlandırdığı Sartre gibi kişilerle fikri mücadelesinde Jean Francıois Revel’in mutlaka okunması gereken bir yazar olduğunu anlatır. Notumu aldım buna uyacağım.

        Neyse dediğim gibi bu bambaşka bir ayrı yazının konusu olabilecek kadar zengin içerikli farklı bir konu.

        REKLAM

        Biz dönelim Sartre’nin Amerika günlerine.

        Sartre’nin bir muhabir olarak Amerika'ya gideceğini öğrenince bir çocuk gibi sevindiğini ve hatta sevincini sevgilisi Simone de Beauvoir ile de paylaştığı biliniyor. Tabii kolay değil yıllardır hayranlık duyduğu ülkeyi sonunda görme şansına kavuşuyordu.

        Gördüğünde neler hissettiğini de biliyoruz çünkü çoğunu Camus’a telefonda yazdırdığı yazılarından öğrendik duygularını.

        New York’ta daha ilk gününden duyguları değişmeye başladı Sartre’nin.

        NEW YORK'TA İLK GÜN

        Otelinden 5’inci Cadde'ye çıkıp güneye doğru yürümeye başladığında Paris’in nerdeyse klostrofobik olabilen kafe dünyasının tanıdık ve yakın ilişkili ortamına alışık olan düşünür New York’un uçsuz bucaksızlığı ve ufku görülemeyen büyüklüğü nedeniyle bir korku ve iç boşluğu hissetmeye başlamış.

        Bulacağını beklediği New York’u bir türlü bulamıyormuş.

        Ve hızla bireyciliği ile övünen Amerika’nın aslında dünyanın en konformist ülkelerinden birisi olduğunu ve bireylerinden daima bazı belirli davranış normları talep ettiğini ve bunları da öğrettiğini görmüş ve Amerika’da bu nedenle varoluşçu düşüncenin olabilmesinin imkansız olduğuna karar vermiş.

        Uçaktan indiği anda kafasında caz fikrinin de olduğunu okuduklarımdan biliyorum ama Sartre kafasındaki özgürleştirici caz fikrini de bulamamış nedense New York’ta.

        Yaşadığı hayal kırıklığını daha sonra Town & Country dergisine yazdığı “Manhattan: The Great American Desert,” başlıklı yazıda ifade etti.

        REKLAM

        Sartre‘le 'mal de New York’ dediği bir tür New York hastalığı yaşamaya başlamış.

        Şehrin mimari yapısına takmış. Örneğin gökdelenlerinin bir tür geçmişten kalan eski anıtlar gibi olduğunu ve yıkılmaya mahkum oldukların söylemiş.

        Sonra bir ara şehri anladığını, New York’un sadece kendisini tabiata karşı korumak için örgütlenmiş bir kale olmaya çalıştığını ama bunun da mümkün olmadığını çünkü Manhattan bir ada oluğundan kendisini ne kadar tabiata kaşı korumaya çalışsa da aslında her türlü doğal felakete de açık olduğunu söylemiş. Yani Sartre’ye göre Manhattan aslında imkansızı denemeye çalışmaktaymış.

        Sartre’nin New York’ta galiba tek mutlu olduğu an yaşadığı ilişki günlerinde olmuş olmalı, bunları da ayrıntısıyla biliyoruz çünkü yaşadığı ilişkiyi tüm detaylarıyla ‘açık bir ilişki’ yaşamakta olduğu Paris’teki sevgilisi Simone de Beauvoir’a yazdığı mektuplarda anlattı.

        New York’taki hayal kırıklığını da kendi varoluşçuluk felsefesi çerçevesine yerleştirip Amerika’nın bireye güvenmediğini ve onu normlara uydurmak için elden geleni yaptığını ve dediğim gibi ülkede varoluşçuluğun mümkün olmadığını Harvard ve Yale gibi üniversitelerde verdiği konferanslarda da anlattı.

        Sartre’nin hayal kırıklığı sadece kültür ile sınırlı kalmadı. Amerika’nın ırkçılığı ve sınıfsal baskı mekanizmaları onun Fransa’ya döndükten sonra da gittikçe artan öfkesine neden oldu.

        REKLAM

        Sanki New York’taki kültürel şokunun öfkesini Amerika’ya siyasi açıdan da saldırarak çıkarmak istiyor gibiydi.

        Birçok eleştirmen bir Marksist olarak Amerika’ya yönelik siyasi eleştirilerinde Sartre’nin haklı olduğunu söylemekle birlikte insan özgürlüğüne, varoluşuna önem verdiğini söyleyen aynı Sartre’nin Sovyetler Birliği’ndeki baskıcı sisteme aynı açık sözle saldıramadığını da belirtiyorlar.

        Ne diyeyim haklılar da ama ben Sartre’yi insanın birey olarak önemine ve onuruna özel vurgu yapan düşüncesiyle çok sevmeyi sürdürüyorum. Amerika hakkındaki siyasi eleştirileri haklıdır ama onun kültürünü tam anlamış olduğunu da düşünmüyorum. Ancak şurası tartışılamaz; dedikleri yanlış da olsa her cümlesi insanı düşünmeye itebiliyor, benim için önemli olan bu.

        Amerika hakkında daha doğru sonuçlara Sartre’den iki yıl sonra New York'a gelen Albert Camus varmıştır bana göre.

        New York'taki Camus üzerine daha sonra yazmak için çalışmaları sürdürüyorum.

        Diğer Yazılar