Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Sadece çok temel bir ihtiyacı karşılamak için basit bir alışverişe gittiğimizde bile felsefi düşünmek zorunda kaldığınız ortam oldu Türkiye.

        Almak zorunda olduğunuzu alabilmek için o anda cebinizde biraz para olduğunu düşünseniz bile her şeyin fiyatının aşırı yüksek olmasından dolayı bir kilitlenme ve hiçbir şeyi alamama durumu yaşıyorum birçok insan gibi ben de.

        Gelinen durumda artık hiçbir şeyi arzulamama ruh haline ulaşabildiği takdirde, ancak o zaman bir şekilde düzgün var olmayı sürdürebileceğimi sanıyorum.

        George Bernard Shaw’un bize sunduğu felsefi çıkmazın da farkındayım üstelik. Shaw, hayatın en keskin iki trajedisinin olduğunu söylemişti. Bunlardan ilki arzularınızın olmaması ve diğeri de arzuladıklarınıza kavuşmaktır diye konuşmuştu.

        Arzularına bir şekilde kavuşanlar, daha sonra acaba değer miydi bu çabaya, bunlar anlamlılar mı diye bir trajedi yaşayabilirler. Ama hiçbir şeyi arzulamamak da arzulamak da hayatta olmanın göstergesi olduğundan, bu da başka bir trajediydi ona göre.

        Bu düşünce olabilir tabii ki bir şey demiyorum. Ama bana bu iki trajediden birini seçmek bugünün koşullarında anlamlı, bırakın anlamlı olmasını kaçınılmaz da gelmeye başladı.

        REKLAM

        Basit bir alışverişte bile iki trajik tercih arasından seçim yapmak zorunda kalmak kendi başına ayrı bir trajedi ama bugünkü koşullar böyle. Yapacak bir şey de yok.

        Arzuların hayattaki her türlü hayal kırıklığının, acının temelinde olduğunu düşünen ve doğru yaşam biçiminin arzuları olabilecek en düşük düzeye indiren yaşam olduğunu söyleyen Budistler haklı da olabilirler...

        Zevk peşinde koşmak ve acıdan kaçınmanın felsefesini yaptıkları söylenen Epikürizmin kurucusu Epikür için zevkin bir ağacın gölgesinde ekmek kırıntılarını su eşliğinde yemekten ibaret olduğunu da düşünmeliyiz.

        Artık yakın geçmişte yapabildiğim hiçbir şeyi yapamayacağımı ve alabildiğim hiçbir şeyi de alamayacağımı düşünmeye başladığımdan Shaw’un trajedilerinden bir tanesini seçip, Budistler veya Epikür gibi arzularımın en aza indiği ve tercihen arzumun hiç olmadığı bir yaşamı zorunlu olarak seçmem kaçınılmaz gibi gelmeye başladı. Buna çalışıyorum ama başarabilecek miyim? Henüz bilmiyorum.

        Başkalarının felaketi

        Başkalarının felaketi
        0:00 / 0:00

        Arabayla giderken yan yolda bir kaza olduğunda onu seyretmek için yavaşlayan arabaları her gördüğümde acaba başkalarının başına gelen felaketlerin bizler açısından dayanılmaz bir çekiciliği mi var, diye düşünürüm. Üstelik bu tür merak sadece bize özgü de değil. Bütün dünyada insanlar hangi kültürden olursa olsunlar bir yerde kaza cinayet, çatışma ve bir kavga gördüklerinde durup seyrediyorlar.

        Bunun bilimsel açıklamasının peşinde değilim sadece felaketleri izlemek süreçlerinin popüler kültüre nasıl yansıdığını biraz irdelemeye çalışacağım.

        Düşünme sürecimde fotoğraf kitaplarıma bakarken Meksikalı fotoğrafçı Enrique Metinides'in fotoğraflarına rastladım. Metinides aslında bildiğimiz bir polis muhabiri. Yanından hiç ayırmadığı polis telsizlerinden olayları takip ediyor ve olay yerine ilk varıp fotoğraflar çekiyor.

        Bunların çoğunluğunu fotoğraf sanatı çerçevesinde ele almak mümkün değil. Ama hayatın bize farklı bir yönünü gösterdikleri de kesin. Onun fotoğraflarında dikkatimi çeken yön özelikle kaza fotoğraflarına olayı izlemek için gelen insanların çokluğuydu. Dediğim gibi bu izleme arzusu global bir fenomen durumunda.

        Benim özellikle ilgimi çeken fotoğraf dalında neredeyse klasikleşmiş bir kare. Bu araç kazasına, biriken kalabalıktaki insanların suratlarına detaylı izlemek için kendi büyütecim ile baktım. Hemen hepsinde derin düşüncelere dalmış gibi olan bir yüz ifadesi var. Bunu şöyle anlatabilirim... Kazaya uğramış arabanın görüntüsünün yarattığı korku ile birlikte gelen "İçinde ya ben olsaydım!" endişesi bir tarafta; "İyi ki bu kaza benim değil de başkalarının başına geldi!" düşüncesiyle oluşan rahatlama duygusu diğer yanda...

        Böyle düşünmek için insanın illa da kötü olması da gerekmiyor. Bu bir tek Almancada olduğuna inandığım "başkalarının acısından haz alma" halini anlatan "Schadenfreude" durumu da değil. Bence söz konusu olan burada sadece "Ben iyi ki hayattayım!" içgüdüsünden gelen basit bir coşku.

        İddia ediyorum ki dünyanın her yerinden bu tür kaza ve olaylar sonrası fotoğraflarına bakın; hepsinde de aynı yüz ifadesiyle kalabalıklar göreceksiniz.

        Prestijli dergide skandal

        Prestijli dergide skandal
        0:00 / 0:00

        İstanbul’da anlamlı sohbet edebileceğim insanları iş yerinde, evinde ziyaret ettiğimde, çoğu dünyada ne olup bittiğini takip eden, gündeliğin dışına çıkıp düşünmeyi bilen bu insanların yaşam alanlarında bir New Yorker dergisinin bulunduğunu hep görürüm.

        Yanımızda taşıdığımız, çalışma masamızda duran kitaplar, dergiler bizim hakkımızda karşımızdakilere kesin bir anlamlı mesaj verirler. New Yorker dergisi okuyan insanın verdiği mesaj bana göre; meselelerin hakkında sakin düşünme yeteneği olduğu ve hayatta belirli bir kaliteyi aradığıdır. Ha, okuyucular arasında bu tanıma uymayan istisnalar yok mudur? Tabii ki vardır ama derginin okuyucu kitlesi hakkında yapılan çalışmalar genel olarak bu tanıma uygun olduğunu gösteriyor.

        Durum böyle olduğundan ve benim bu dergiye yıllardır okuyucusu olarak büyük saygım da olduğundan bugün anlatacağım yaşanmış olay maalesef benim dergi hakkındaki duygularımı biraz sarstı. Yazacaklarımı okuyunca eminim ki sizler de böyle düşünmeye başlayacaksınız. Ama şu bilinmeli ki bu yaşanan olay derginin sadece bir dönemi ile ilgiliydi. Sonra dergi kurum olarak kurucu yayın yönetmeni olarak kabul edilen William Shawn’un yayıncılık ilkelerine yeniden dönüş yaptı denilebilir.

        William Shawn denilince onun nasıl bir yayın yönetmeni olduğunu biraz anlatmalıyım. Bu kurucu yayın yönetmeninin tavrını bilin ki daha sonra yaşananların neden çok da şaşırtıcı olduğunu anlayın.

        William Shawn (1907-1992) , 1952 ile 1987 arasında New Yorker dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. Aslında Harold Ross kurucu yayın yönetmeniydi fakat William Shawn ondan devraldığı yayın yönetmenliğinde dergiye ve yayın dünyasının geneline damgasını vurdu.

        William Shaw’un New Yorker dergisi, yazılar ve yazarlar dışında bir hayatı yokmuş gibiydi. Bürosuna yakın Alqonquin lokantasında yemek yediğinde bile şehirde bol dedikodusu yapılan, yuvarlak masadaki yemeklerde de sadece yazılar ve yazarlar konuşulurdu. Shawn anlayacağınız yazar dostu bir yayın yönetmeniydi. Aynı zamanda tüm yazarlara en çok çektiren yaka silktiren de oydu. Yazı gönderen yazar ne kadar ünlü olursa olsun Shawn düzeltme kalemiyle her satırını defalarca okur ve hemen her satırda düzeltmeler isterdi. Yazıda bir mükemmellik arayışı vardı. Buna karşı çıkan birçok yazar olmuştu ama istenilene uyan değişimlerin yapıldığı yazılarının daha güzel olduğunu da görüyorlardı.

        Shawn ayrıca dergide çok disiplinli bir düzeltme ve konuları kontrol etme komitesi kurmuştu. Bunlar yazıda anlatılan her konuyu günlerce kontrol ediyorlar gerekirse yazıda anlatılan mekana gidip inceleme bile yapıyorlardı.

        Shawn aslında yazarı son derce bunaltan bir yayın sistemi kurmuştu ve bu sistem sayesinde New Yorker bilinen kalitesine, güvenilirlik düzeyine kavuştu.

        Shawn’un uzun yıllar sonrasında artık zamanının geçtiğini ve derginin kendisini yenileme ve modernleşme zamanının geldiğini düşünen patronlar dergiyi modern yapacağını düşündükleri Tina Brown’ı yayın yönetmeni olarak atadılar. Benim anlatacağım olay da onun yayın yönetmenliği döneminde yaşandı.

        Richard Johnson’un uzmanlar tarafından bir Magnum Opus olarak nitelendirilen kitabı "A Life of Picasso"nun ilk bölümü Tina Brown New Yorker yayın yönetmeni olduktan sonra yayınlandı.

        Wall Street Journal’da Roger Kimball çalışma için "ünlü ressamın hayatı hakkındaki en önemli eser" dedi. Hilton Kramer ise Washington Post’da kitap için "bu büyük bir olay" tanımlamasını yaptı. Jack Flam ise New York Review of Books’a yazdığı değerlendirme yazısında çalışmayı öve öve bitiremedi.

        Kitabın yayınlanan bu ilk bölümü Picasso neredeyse global bir olay haline gelen resimi "Les Desmoiselles d’Avignon"u çizdiği yıl olan 1906’da bitiyordu. Picasso o zaman 25 yaşındaydı ve biliyorsunuz büyük ressam 1973 yılında öldü. Büyük biyografi çalışmasının 1907 ile 1917 yılları arasını kapsayan ikinci bölümü de yayınlandı.

        Bu yayınlandıktan sonra Time dergisinde, derginin sanat eleştirmeni Robert Hughes kitabı "bir 20’nci yüzyıl sanatçısı hakkında yapılmış en aydınlatıcı çalışma" olarak nitelendirdi.

        Sadece bu tür sanat kitaplarını değerlendirmeye özel önem verdiği bilinen New Yorker’dan bir ses çıkmıyordu.

        Sonunda derginin kadrolu usta yazarı Adam Gopnik, Picasso biyografisi hakkında bir değerlendirme yazısı yayınladı. Sanat ve yayıncılık aleminde herkes şaşırıp kaldı.

        Çünkü Gopnik kitabın yazarının ünlü bir insana hayranlığı dolayısıyla gerçekleri göremediğini ve dünya savaşlarındaki tavrı nedeniyle korkak olarak nitelendirdiği Picasso hakkında objektif bir değerlendirme yapamadığını söyleyip biyografiyi yerden yere vurmuştu.

        Ne olduğunu anlamak için biraz düşünce dedektifliği yapmamız gerekiyor. New Yorker yayın yönetmeni Tina Brown’ın kocası Harold Evans, Picasso biyografisi kitabını da yayınlayan Random House yayınevinin başındaydı ve kendisi yayın dünyasına büyük saygınlığı olan bir isimdi.

        Şimdi diyeceksiniz ki Tina Brown’un eşinin başında olduğu bir yayın evinin kitabını eleştirdiği için övülmesi gerekmez mi?

        Ama görünenin altında başka hesaplar da vardı. New Yorker dergisinin çok aktif çalışan, çok etkili ve hemen her sayıda birçok tanıtım yazısı bulanan bir kitap değerlendirme bölümü vardı. Bu bölüm her hafta birçok yeni yayınlanmış kitabın değerlendirmesini yapıyordu. Tina Brown yayın yönetmeni olduktan sonra eşinin başında olduğu Random House yayınevinin kitapları dergide ağırlıkla değerlendirilmeye başlanmıştı. Bu yüzden dergiye eleştiriler geliyor ve objektifliğini kaybettiği söyleniyordu.

        Anlayacağınız Tina Brown kitap eleştirileri konusunda dergisinin objektifliğini kaybetmediğini ve kocasının yönettiği Random House’a ayrıcalık tanımadıklarını göstermek için diğer her yayında övülen eşinin yayınevinin yayınladığı kitaba, sadece Random House'ın yayınına saldırıyoruz diyebilmek için, en iyi yazarlarından bir tanesini saldırtmıştı. Bu tabii ki eşinin yayınevinin dergide iltimaslı olmasından çok daha ağır bir yanlıştı ve New Yorker dergisi bunun ortaya çıkmasıyla ağır bir prestij darbesi de aldı. Ama daha sonra yayın yönetmeni olan David Remnick’in, William Shawn’un yönetim üslubuna dönmesiyle kendisini toparladı.

        Diğer Yazılar