Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        TÜM işaretler dünyada ciddi bir güç kayması yaşandığı yönünde. Yalnızca uluslararası sistem içinde bugüne dek oyunun kurallarını belirleyen ve müdahaleleriyle gidişata yön vermeye çalışan Batılı ülkelerin güçten düşmesi açısından değil; Batılı ülkelerin kötü yönetilmiş bir küreselleşme sonucunda ortaya çıkan toplumsal çalkantıyı kontrol altına alamamalarının sonucunda da ülkelerin içinde bir güç kayması yaşanıyor.

        İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişmiş demokratik ülkeler kurgulamış oldukları refah sistemleri sayesinde meşruiyetlerini sağlama bağladılar. Bu tür bölüşümcü sistemlerin varlığı, çalışan kesimlerin dünya tarihinde ilk kez yaratılan değerden hatrı sayılır bir pay almaları demokratik rejimlerin sürdürülebilirliğini kolaylaştırdı. Bu düzen, son 30 yıla damgasını vuran piyasacı yaklaşımlar ve gelişmekte olan ülkelerin küresel piyasalara dahil olarak, üretimi kendilerine çekmelerinin de katkısıyla sarsıldı.

        Çalışan sınıfların ve son zamanlarda da orta sınıfların ekonomideki gelişmeler nedeniyle güven duygusunu yitirmeleri, ekonomide liberal yaklaşımların giderek daha sertçe sorgulanmasını beraberinde getirdi. Halen hemen tüm gelişmiş demokratik ülkelerde yaşanan sıkıntı, yani aşırı sağ/popülist hareketlerin güç kazanması ve iktidara artan bir hırsla talip olmaları, küreselleşmeye yaklaşım değişmediği takdirde sürecek.

        Farklı bir yaklaşım benimsenmediği ve bölüşüm meselesi ivedilikle siyasetin birincil meselesi haline gelmediği takdirde de düzen değişikliği talep eden dalganın güçlenmesi engellenemeyecek. Belli bir noktadan sonra “Var olanı reddedelim/yıkalım da sonra ne olursa olsun” yaklaşımı, siyasette egemen olacak.

        Küreselleşmenin sorgusuz kabullenildiği dönemlerde özellikle pompalanan görüş; serbest ticaret, sermayenin engelle karşılaşmadan hareket edebilmesi ve piyasaların sonunda her sorunu çözeceklerini savunuyordu. 2008 krizinin ardından varılan noktada bu söylemin ideolojik içeriği fark edildi. Sermaye için yararlı olanın toplumun tüm kesimlerine benzer bir getirisi olmadığı anlaşıldı. O noktadan sonra da hem küreselleşmenin bugünkü haline yönelik itirazlar güçlendi, hem de bu itirazları dikkate almayan seçkinlerin, siyasi süreçleri kontrol altında tutmaları zorlaştı.

        Artık aklı başında iktisatçıların hiçbiri, tek bir küreselleşme modelinin her yerde geçerli olması gerektiği iddiasını kabul etmiyor. Zaten özellikle Asya’nın az gelişmişlik çemberini kırmayı becermiş tüm ülkelerinin deneyimleri piyasaların kontrol edilmesinin, bir derecede korumacılığın ve devlet müdahalelerinin önemini gösteriyor.

        Varılan noktada kapitalizmle demokrasinin ne ölçüde uyum içinde oldukları, giderek daha fazla sorgulanıyor. Dani Rodrik yıllar önce yazdığı bir makalesinde küreselleşme dolayısıyla tüm ülkelerin bir üçlem (trilemma) içinde olduklarını savunmuştu. Buna göre demokrasi, küreselleşme ve ulusal egemenlikten ancak ikisi bir arada olabiliyordu. Bu üç hedefin aynı anda yerine getirilebilmesi mümkün değildi.

        Dolayısıyla önümüzdeki dönemde demokrasilerin kendilerine yönelik popülist/faşizan tehditten kurtulmaları için belli tercihler yapmaları gerekiyor. Rodrik, küreselleşmenin aşırılıklarının demokrasinin altını oyduğunu savunuyor. New York Times Gazetesi’nde pazar günü yayımlanan son yazısında bundan sonrası için demokrasinin öncelik sayılmasını ve küresel sisteme entegrasyonda egemen siyasi kararlar alarak, farklı yöntemler benimsenmesinin önemini vurguluyor. Rodrik’e göre, “Aşırı küreselleşmenin yarattığı toplumsal gerginliklerin yol açtığı popülist tepkiler, hem küreselleşmenin hem de demokrasinin altını oyuyor. Küreselleşmeyi savunmak için en iyi yol, onu demokratik ilkeler üzerinde inşa etmektir” tezini savunuyor.

        Bu hedef küresel sermaye ve büyük şirketlerle devletler/siyasi seçkinler arasında vergilendirme konusu başta olmak üzere, pek çok alanda büyük bir mücadelenin verilmesini gerektirecektir.

        Diğer Yazılar