Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Alman tiyatrolarının sıkça farklı yorumlarla sahnelediği Woyzeck bu kez Erdal Beşikçioğlu’nun yönetmenliğinde muhteşem bir kadroyla İstanbul’da. Georg Büchner’in birinci dünya savaşına aşağı yukarı çeyrek kala yazdığı trajedisi yüksek, çatışması sert ve kahramanları sonuna kadar perspektifi çarpıtılmış oyunu Woyzeck dönemin tüm özelliklerini taşıyor. İçinde bolca Doktor Caligari’nin Muayenehanesi, Metropolis gibi çıkışsızlık, teslimiyet ve özne olmak isteyen piyon insanların içsel yolculuğunu taşıyor. Yani dışavurumcu üslup oyunun her hücresinde hissediliyor.

        Konusu modern tıbbın ve ordunun sistematik kalıplarında kıstırılan işçi sınıfının trajedisi şeklinde özetlenebilir. Işık, müzik, oyunculuk, olay örgüsü ve akış açısından değerlendirilmesi oldukça zor bir iş çünkü tiyatro izlemek isteyeni başta müthiş ümitlendirirken oyun iyice müzikale dönüşüyor. Aslında elinde balonlarla salona giren masal anlatıcısı sarsıcı ve akılda kalıcı bir etki yaratıyorken tek başına anlamlı ancak metine dair değilmiş duygusu yaratıyor. Öte yandan müzikal severler için ise sesin şiddeti yorucu ve ayarsız temposuyla metin sıkıntı yaratıyor. Yine de çok etkileyici yükselişler ve şiirsel oyunculuklarla Woyzeck Masalı sıkıştığı tiyatro ve müzikal kıstaslarının arasından taze soluklar aldırmayı başarıyor.

        En etkileyici ve farklı üstünlüğü ise ülke standartlarının pek alışık olmadığı teknik donanımından kaynaklanıyor ve Broadway tarzı bir işleyişle çok sesli bir yapı oluşturuluyor. Elbette zorlu bir amaca cesaret ediliyor ve ortalama beklentiyi yakalamayı başarıyor, ancak ne yazık ki Woyzeck’in düşük rütbeli bir asker olarak yüzbaşısının maşası olduğu, tıbbi deneylerde basit bir malzeme gibi kullanıldığı, akıl sağlığının bozulmasına sebep olan bir dizi sistematik işkence anlaşılmıyor. Evet anlatılıyor fakat anlaşılır kılınmıyor. Neden sevgilisinin kendisinden sıkıldığı, hatta sevgilisiyle ilişkisindeki dışlanmanın yarattığı isyan ve kaçınılmaz sona giden olayların kendisi ve temelleri havada kalıyor. Beşikçioğlu’nun Kaligarici bir üslupla içerikten çok biçime yüklenerek yaratmak istediği mana şiddetli müzikle güçlendirilmek istenirken tıkanıklarla sık sık sendeliyor. Çünkü müzikal kalitesi belki çok yüksek ve başarılı olsa dahi sözlerin ne dediği anlaşılmayınca tanımlamalar iyice boşlukta kalıyor ve kopuk performanslar izlendiği düşüncesi uyanıyor.

        Hiç sözsüz başrol aktörünün göz alıcı, muhteşem performansı oyunun tüm kusurlarını kurtaracak kadar sihir yaratıyor. Sesi olmayanların temsilini jest, mimik ve beden malzemeleriyle adeta yeniden yazıyor, oynamıyor yaşıyor ve Woyzeck’i pek çok rağmene karşın devleştiriyor. Bir karabasan dünyasında yapayalnız, güçsüz, sadece bezelye yiyerek beslenmek zorunda kalan çaresiz insanı tüm hücreleriyle Ahmet Melih Yılmaz gerçek kılıyor. İyimser beklentinin şeytani eğilimlere yenilmesi ve bir parçası olma yolundaki adımlarını kendi ‘ben’inin derinlerinden çıkartıp somutlaştırıyor. Fantastik ve ekspresyonist öğelerle realizmi kesiştiren güçte bir oyunculuğu hiç kelimesiz gerçekleştiriyor. Bedenin adeta akışkan, saydam, soyut ve metafizik kısmı yani ruha dair olanın dışavurumunu sahneye koyuyor. Ben’in derinliklerindeki karanlığı nefis resmediyor.

        Sonuç olarak böylesi zengin yapımlar için yurtdışında yüksek rakamlara satılan bilet fiyatları da düşünülürse Woyzeck Masalı sahneler ve seyirciler için hediye sayılmalı ve kaçırılmamalıdır.

        Diğer Yazılar