Peşinen söyleyeyim; Doğu Perinçek getirmedi ama Doğu Perinçek sonuna kadar onda keramet aradı, sanırım hâlâ arayıp duruyor. Bulunca belki “halkımızı” da ikna eder deyip dalalım mevzuya.
*
Hatıralarını yazarken insanın her sırrını ele vermesi zordur. Hiçbir hatıra kitabı isterse dünyanın en müdanasız insanı tarafından yazılmış olsun, yazarı başından geçtiği, tanık olduğu, duyduğu, bildiği her şeyi anlatmaz. Yazar bazen kendine, yakınlarına, bazen akranlarına, dostlarına kıyamaz. Zaten buna da gerek yoktur. Her şeyi hatıralarda anlatmak gerekmiyor, hayat yazıdan daha şaşırtıcıdır bazen, bazen bir çekmecede unutulan bir sır, ölünün arkasından yaman bir boşluk, tuhaf bir aldatılmışlık hissi bırakır ama ölüm, dünyanın en zalim insanı bile olsa ona uğramış bir aftır. Mesela büyük Fransız şairi Aragon’u düşünelim. Bütün hayatı boyunca “gözlerine” şiirler yazdığı karısı Elsa’ya “yıkıcı bir aşkla” bağlı kalmış ama Elsa ölünce çekmecesinde bulduğu bir liste ona dünyanın en büyük azabını yaşatmış. Meğer bulduğu listede isimleri yazılı erkekler ki çoğunu tanıyor, Elsa’nın onunla evliyken, birlikte olduğu erkeklerin listesiymiş.
Böyle bir olay düşman başına! Hiçbir hatıra kitabına sığmaz.
*
İnsan, yaşadığı, tanık olduğu, başından geçtiği her fenalığı, her yüz kızartıcı hadiseyi, hatırlamak istemediği her olayı, kısaca her sırrını hatıra adı altında yazıp ifşa edemediği için romanı bulmuştur bana göre. Her roman özünde onu yazan yazarın biyografisinden izler taşır. Çoğu roman, hatıraların başka bir kalıba dökülmüş, ona başka bir libas giydirilmiş hayali hadislerle süslenmiş ve büyük bir maharetle okuyucuya yalan adı altında yutturulmuş gerçeklerdir. Hatıra yazarının yaşanmışlık karşısında eli kolu bağlı, roman yazarı ise sonsuz bir özgürlüğe sahiptir. Olayları, yaşanmışlıkları, hatta yaşanmamışlıkları ardı ardına dizer romancı, onları kalıptan kalıba sokar, altından girer üstünden çıkar, yepyeni bir dünya kurar; o dünyada, belki de kendi hatıralarını en mahrem olanları da dahil olmak üzere kahramanlarına yaşatarak bir taşla iki kuş vurur; hem yazarak onlardan kurtulmuş olur, hem de onları sanatsal bir kalıba dökerek yazdığı için kendisini ölümsüz kılar.
*
Sözü Şahin Alpay’ın hatıralarının benim okuduğum birinci cildi olan “Bir Hikayem Var” kitabına getireceğim. Son yıllarda, galiba en çok hatıra kitabı okudum. Başlıyorum, daha ilk sayfalarda ele verir kendini kitap, hatıra kitapları böyledir, “saf ve düşünceli okuru” kandırmak kolay değildir, eğer yazar “samimiyse” okumaya devam ediyor, o “samimiyet” bana geçmiyorsa, o sırada okuma zevkini yaşatmaktan çok kendini yücelten, ne kadar büyük bir insan olduğunu ne kadar erdemli ne kadar kederli veya muhteşem bir hayat yaşadığını anlatma tasası taşıdığını hissettiriyorsa o sayfada bırakıyor, bir daha o kitaba dönmüyorum. Şahin Alpay’ın kitabı öyle değil. Elime aldım, ilk sayfadan itibaren buram buram bir samimi dil karşıladı beni ve kısa süre zarfında koca kitabı bitirdim.
Kitabın önsözünde, vaktiyle okuduğum, ne yalan söyleyeyim romanları kadar zevk almadığım, yaşadığı hatıralardan çok biraz karmaşık bir romana dönüştürdüğü Gabriel Garcia Marquez’in biyografisinden aldığı, “Her birimizin üç ayrı hayatı vardır; kamusal, özel ve gizli hayatlarımız…” sözüne atıf yapar.
Hatıralarını yazacak ve onları birileri alıp okuyacak kıymette bir şahsiyetin kamusal hayatı okurlar için pek ilginç değildir, o hayat herkesin gözü önünde yaşanmış ama “özel ve gizli hayatlar” yok mu, işte okurun en çok merak ettiği hayatlar bu hayatlardır. Onları bütün çıplaklığıyla anlatmak da her hatıra yazarının harcı değildir.
Şahin Alpay’ın ölünceye kadar “kederli bir hayat yaşattığı” karısı Fatma’yı anlatmaya başlamasıyla bize sonraki hayatını anlatması kitabını daha da değerli kıldı nezdimde. Çünkü bir hakkı teslim ediyor; memleketin kurtarmak için en sevdiği varlığı “harcamaya” hazır bir devrimcinin hayat karşısındaki toyluğunu, belli ölçüde pişmanlığını, hayal kırıklıklarını, ıskaladıklarını kendi kuşağından bütün devrimcilerin ortak hikayesi olarak anlatıyor bize. “Davaları” onlara, “evlenmeyin, çocuk sahibi olmayın, siz devrimle nikahlısınız, devrimin üstüne gül koklamayın” demiş, bu “ikaza” rağmen bu kuralı ihlal edenlerin başına gelecek olanlardan “parti-örgüt” sorumlu değildir artık. Gerçi Şahin Alpay “devrimle nikahlanmadan” önce Fatma Hanım’la bir hayat yaşamaya karar vermişti, zaman zaman kadın ayaklarına pranga olmuş, zaman zaman onu ve çocuğunu “gazabından” korunsunlar diye kendinden uzaklaştırmış ama kitabı okuyup bitirdiğinizde müellifin; hayatı boyunca ona anlamlı bir hayat yaşatan varlığın soyut devrimcilik değil, somut Fatma’sı olduğunu anlatmaya çalıştığını hissediyorsunuz.
Kitabı güzel kılan şey de bu…
*
Ayvalık’ta büyümüş Üsküplü Duyunu-u Umumi memuru, Ahmet Rasim’le akraba, bir ara Vehbi Koç’la komşu, Ayvalık’ta belediye reisliği yapmış, Masonluğa intisap etmiş, İttihatçılığı da Kemalizm’e de gönül düşürmüş Halit Bey’in torunu Şahin Alpay, dedesi ve akranlarının kurduğu düzen içinde, 1950’li yıllarda İngiliz Lisesinde Ömer Madra, Yavuz Sökmen, Ergun Göknel, Rıza Türmen, Faruk Birtek, Osman Ulagay, Murat Belge gibi günümüzün mühim şahsiyetleriyle güzel güzel okuyup memlekete faydalı biri olma hayalleri kurarken talebe olarak yolu Amerika’ya çıkar ve kapitalizmin kutsal topraklarında, komünizmin kutsal kitabı “Komünist Manifesto”yla karşılaşır. Bu okuma onun ilk devrimci eylemi olur ve bundan sonraki bütün hayatına damgasını vurur. (1968’de Süleyman Ege’nin kurduğu Bilim ve Sosyalizm Yayınları arasında çıkan Marx ve Engels’in yazdığı “Komünist Manifesto”yu Türkçeye o çevirir. Ancak çevirmen olarak kendi deyimiyle “adını vermeye cesaret edemediğinden” kitap M. Ardos mahlasıyla çıkar, ikinci baskıda ise Süleyman Ege’nin adı kullanılır.)
İngiliz Lisesi, Tarsus Amerikan Koleji, Robert Koleji gibi elit mekteplerde okuyan, yüksek tahsil için Amerika’ya gidebilecek maddi imkanlara sahip, oldukça zeki, kavrayış gücü yüksek, bilinci yeniliklere açık Şahin Alpay, Nuri Çolakoğlu, Halil Berktay, Ömer Madra, Cengiz Çandar, Atilla Sarp, Atıl Ant, Gün Zileli, Oral Çalışlar gibi “parlak çocukları” Doğu Perinçek’in arkasında saf tutup mevcut düzeni “silahlı kalkışma yoluyla değiştirip” yerine “Maoist bir dikta rejimi” getirme fikrine ikna eden şeyin ne olduğunu Şahin Alpay’ın hatıralarını okurken büyük bir dikkatle bulmaya çalıştım. Aradığım şeyin öyle boncuklu bir sihirli formül olmadığını kitap ilerledikçe anladım. Adını saydığım ve onlara benzer birçok insan büyüyüp “zor zamanlara” ayak bastıklarında kitaba, daha güzel bir ülkeye, mutlu yarınlara, bilime, okumaya, kavramaya dayalı bir düş vardı orta yerde, kendinden çok başkalarını kurtarmaya dayalı bir romans, o romansın şiiri üzerine kurulu hayali bir cemaat bir de… Dünya geniş, cemaat dar… Ama o geniş dünyayı bile bölüşemeyecek o dar cemaat! Kendi arlarında bölüne bölüne o geniş dünyayı karanlık dar bir koridora hapsettiler. Kurmak yerine bölüşme kavgasına tutuştular erkenden. Cemaatten kopan her mürit kendine bir şeyh aradı. Başlarındaki şeyh yetmiyordu onlara, bir de şeyhin şeyhini aradılar. Bu arayış, mesela Doğu Perinçek’in arkasına düşenleri Maoizm fikrine götürdü. Ama Maoizm fikri Doğu Perinç’in şapkasından çıkmadı. Bu fikri Türkiye’de ilk ortaya atan, geliştiren, çeviri yoluyla yaygınlaştıran kişi Şahin Alpay’dır. Belki başkaları biliyordu ama ben ilk defa bu kitapla öğrendim.
*
Amerika’dan döndükten sonra Ankara Mülkiye mektebinin Hariciye bölümünde okumaya başlar Şahin Alpay. Sene 1968’dir, devrimci olmuş, hatta Mihri Belli’nin Milli Demokratik Devrim (MDD) çizgisine bile yaklaşmış, hatta hatta Doğu Perinçek, Erdoğan Güçbilmez, Ergun Göknel, Atıl Ant, Gün Zileli, Cengiz Çandar, Vahap Erdoğdu, Seyhan Erdoğdu ve Münir Aktolga ile birlikte, Şefik Hüsnü’nün 1921’de çıkardığı derginin adını yaşatmak için “Aydınlık” adında bir dergiyi çıkarmaya karar vermiş, o sırada kendini Doğu Perinçek’e o kadar bağlamış ki karısı Fatma’ya, “Doğu’yu o kadar seviyor ve takdir ediyorum ki bir gün aramız açılırsa buna çok şaşarım” diyecek kadar “mürit” yazılmıştır. Her gün büyüyen bir merakla kendini Marksist-Leninist literatürü öğrenmeye vermiş o sırada. Lenin’in “Devlet ve İhtilal” kitabını o sırada okur. Anılarında bu okuma anını, Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat” romanının o meşhur açılış cümlesiyle izah etmeye çalışır. Bir kitap okumuş ve hayatı değişmiştir. O andan itibaren “devrimin ancak silaha sarılarak devleti ele geçirmekle” mümkün olabileceğine karar verir. Kendisi ve onun gibi düşünenlerin dışında kalan herkes bundan böyle “tatlı su sosyalisti”dir. İlk defa Çetin Altan’dan öğrendiği İsveç Kibutz sosyalizmi, sonra Mehmet Ali Aybar’ın önerdiği Türkiye Sosyalizminden en hakiki sosyalizm olduğuna inandığını Karl Marx sosyalizmine geçmiş, oradan da Lenin’in “ihtilalci” sosyalizmine varmıştı. “Yeryüzünde cennetin anahtarını” bulmuştu artık.
İşte tam bu sırada Çin’deki “Proleter Kültür Devriminin” ayak sesleri duyulmaya başlanmıştı. Şimdi o devrimin lideri Mao’yu keşfetmenin zamanıydı.
SBF’nin Dış Münasebetler Enstitüsü’nün zengin kütüphanesi solcu gençler için tam bir hazinedir. Marksist literatürün bütün kaynakları kütüphanede mevcut. Hatta Çin Komünist Partisi’nin İngilizce haftalık olarak çıkan yayın organı “Peking Review” dergisinin bütün sayıları bile var. Şahin Alpay, Marx’ın olsun, Engels’in olsun, Lenin’in olsun, Stalin’in olsun hemen hemen bütün kitaplarını okumuş ama Mao’nun hiçbir kitabını okumamıştır. Zira Mao’nun kitapları o sırada Türkiye’de yok.
“Sanıyorum 1969 ilkbaharıydı” diyor. 1961-1962 ders yılını evlerinde geçirdiği Amerikalı ailenin reisi, önemli bir entelektüel olan Mr. Gordon Wilson’a şu mektubu yazar:
“Sevgili Mr. Wilson;
Çin lideri Mao Zedung’un büyük bir merakla okumak istediğim kitapları Türkiye’de bulunamıyor. Seçme Eserlerinin New York’taki Lawrance & Wishart yayınevi tarafından basıldığını biliyorum. Eğer mümkünse, bu yılın yaş günü hediyesi olarak bana o kitapları gönderebilir misiniz?”
Mr. Wilson mektubuna şu cevabı verir:
“Sevgili Şahin;
Söz konusu kitaplarda okumaya değer bir şey olduğu kanısında değilim. Ne var ki sen bunları okumak istediğine göre, senin için hemen ısmarlıyorum.”
Beş hafta sonra Mao’nun beş ciltlik “Seçme Eserleri”ni postacı paket halinde evine getirir. O gün, postacının getirdiği sadece beş ciltlik kitap değildi; o gün o postacı, o günden bugüne bu memlekette yüzlerce gencin hayat yolunu değiştirecek, birçoğunun ölümüne sebep olacak, kanlı fraksiyon kavgalarını tetikleyecek, birçok insanı birbirine düşman edecek bir “zehir” getirip Şahin Alpay’a teslim etmişti. İroniye bakın hele: Şahin Alpay, “Komünist Manisfestosu”yu Amerika’dan Türkiye’ye getirdiği gibi, şimdi de Maoculuk fikrinin yine Amerika’dan ısmarlayıp getirmişti.
Peki Şahin Alpay o kitaplarda bulduğu “keramet” nasıl bir şeydi? O seneden itibaren, 1980 darbesine kadar gençlerin kıyasıya, kafa göz yararak, birbirlerinin canına kıyarak tartışacakları mesele Şahin Alpay’ın özetlemesiyle şöyle:
Ana kaynağından okumaya başladığı Mao’nun gerek işçi sınıfı partisi öncülüğünde köylerden şehirleri kuşatma stratejisine dayalı silahlı devrim olarak MDD teorisini, gerekse sosyalist insanı yaratmayı başaramayan Sovyetler Birliği’nin bürokratik bir diktatörlüğe dönüştüğüne, revizyonist ve sosyal emperyalist olduğuna dair tezlerini öğrenmiş, onları benimsemiş ve hızla yaygınlaştırmaya başlamıştı.
Halil Berktay o sırada Amerika’nın en önemli üniversitesi olan Yale’de son sınıf talebesidir. Alpay’la Berktay daha önce tanışıyorlar. Birbirlerine yazmaya başlarlar. İkisi de aynı anda “gerçek Marksist” olan Mao’yo keşfetmişlerdi. Mao ikisinin buluşuydu, Berktay da doktoradan vazgeçerek o heyecanla memlekete döner, şimdi bu “buluşu” Türkiye’deki Marksistler arasında yaygınlaştırma görevi ikisine düşmüştü. Halil Berktay’ı Doğu Perinçek’le tanıştırır Alpay. Perinçek ilk olarak Berktay’a, “Biz Çin-Sovyet anlaşmazlığında Şahin gibi açık taraf tutmuyoruz,” der. Yani anlayacağınız Doğu Perinçek o sırada henüz Maocu değildir. (Cengiz Çandar ise çok sonra “ben hayatımın hiçbir döneminde Maocu olmadım” diyecek.)
(Burada bir hatırama sıra geldi. Maoculuk, tam on sene sonra Hakkari’ye geldi. Hepimiz Sovyetçiydik. Sonra günün birinde, yakınlarda vefat eden, barut esmeri olmasından mütevellit “Qîro” yani “Zift” lakabıyla tanınan, bu lakabı daha sonra severek sahiplenen, on yıl boyunca Diyarbekir Cezaevinin cehenneminde olmadık işkencelere maruz kaldığı halde ağzından tek kelime alınmayan Mahmut Duran, durup dururken Maocu oldu, ama Kürt Maocusu… “Kawa” diye bir dergiyi satmaya başladı ama onun Maoculuğu Enver Hoca’dan mülhemdi.. Neyse bu karışık bir mesele. Qîro’nun, “Şoreş” (Devrim) diye bir kitapevi vardı, o kitapevinde şiddetli tartışmalar oluyor, tartışmaların sonucunda hasımlar önce eldeki kitapları birbirlerine fırlatıyorlar, kitaplar yeterince zarar vermeyince de bu kez yumruklar konuşuyor, yumruklar da kâr etmeyince sopalar devreye giriyordu. Maocuların en büyük küfrü hasma “sosyal faşist” demeleri, karşıtlarının en büyük küfrü de “revizyonist”ti. Yine böyle bir tartışma sırasında Qîro, Sovyetçi olan Simo’yu neredeyse Sovyetler Birliği’nin “sosyal emperyalist” olduğuna ikna edecek. Simo’da müktesebat sınırlı, bakıyor iman elden gidecek, Qîro’ya dönüp “yalancının anasını …keyim” der ve çarşı karışır.)
*
Şahin Alpay’ı, Cengiz Çandar’ı, Atıl Ant’ı ve ötekileri Gün Zileli’nin deyimiyle “gevşek unsurlar ilerde başlarında bela olmasınlar” diye Filistin’e gönderir lider Perinçek. Bu arada Mao’nun birçok kitabını Türkçeye çevirir, Aydınlık dergisinde onun fikirlerine dair uzun uzun makaleler yazar. (Hatta dergide onun yazdığı bir yazıdan dolayı imzasını koymadığından, derginin sorumlu yazı işleri müdürü Cengiz Çandar 7,5 yıl hapse mahkum olur.) 1971’de askerler darbe yapıca kendini Şam’ın altmış kilometre yakınlarındaki Filistinlilere ait Malula kampında askeri talim yaparken bulur Alpay. O artık su katılmamış, imanı kuvvetli bir Maoisttir. O gün Mao’nun öldüğüne dair bir haber ulaşır kampa ve bir anda militanlar matem havasına girer. En yakınından birisi ölmüş gibi üzülen Alpay, lideri olduğu silahlı mangaya, büyük önder Mao’nun anısına havaya ateş etme emrini verir. Kısa bir süre sonra Mao’nun ölüm haberinin doğru olmadığı ortaya çıkar. Filistinli gerillalar onlarla dalga geçmek için bu haberi uydurmuşlar.
Bin bir maceradan sonra İsveç’in başkenti Stockholm’e vardıktan bir süre sonra 1973 yılında zihnindeki Marksist-Maoist “paradigmanın suyu ısınmaya başlar” ama ondan tam anlamıyla kurtulması için bir iki yıla daha ihtiyacı vardır.
1976 yılında, Stockholm Metrosunda komünistliğine son noktayı koyar. Bir Eylül günüdür. Metroda bir gazete haberini görür. Haberde, Mao Zedung’un öldüğü yazılır. Haberi okur, tenha bir köşeye çekilir ve onun anısı önünde saygı duruşuna geçer.
Mao’ya ve Maoculuğa böylece son vazifesini yapar. “Elveda” der. (Sahte bir pasaportla yurt dışına çıkar çıkmaz, o zaman yaptığı ilk iş, bir tuvalete girip “Elveda Doğu Perinçek, elveda Mihri Belli” demek olmuştu. Mihri Belli’ye o kadar inanmış ki yeni doğan kızını tedavi için Mihri Belli’nin doktor olan eşine götürmekte ısrar etmiş ve Belli’nin koyduğu teşhis yanlış çıkınca kızı ölümden dönmüştü. Onlar öyle bir kuşaktı ki, ideolojilerini çocuklarının sağlığının bile önüne koyarlardı!) Bir zamanlar kendisine "Açık Toplum"un yazarı Karl Popper’in kitabını çevirme önerisi götürüldüğünde “hakaret sayarım” diyen Şahin Alpay, yavaş yavaş bu büyük filozofun yoluna girer ve liberal, özgürlükçü bir entelektüel olarak hep yazar, fikir insanı olarak kalır.
*
Cumhuriyeti kurmuş, onun nimetlerinden yararlanmış, ona bağlı, çoğu şehirli Kemalist ailelerin sosyalist çocukları babalarının kurduğu düzeni beğenmeyip silah zoruyla değiştirmeye yeltendiklerinde; teorik olarak oldukça donanımlı, dünyayı bilen, Marx’ı, Engels’i, Lenin’i Mao’yu yutmuş, Batı edebiyatının temel klasiklerini hatmetmiş ama kendi halkına yabancı, köylüsünü bilmeyen, onun inancından, geleneksel hayatından bihaber ama özgüvenleri yüksek, davalarının sağlamasını hiç yapmamış, sevdiklerinin hayatlarından çalıp davanın emrine vermiş romantik gençlerdi hepsi. 1971’de devrim yapsınlar diye Doğu Perinçek Şahin Alpay’ı ve birkaç kişiyi Ege köylerine gönderdi. Hepsi sudan çıkmış balık gibiydiler. Kurtarmak istedikleri halkın kurtulmak gibi bir derdi yoktu. O halka göre onlar “kerim devlete” kafa tutan anarşistlerdi. Görüldükleri yerde kulaklarından tutup devlete teslim edeceklerdi. Halbuki Şahin Alpay, bir teorisyen olarak “inmişti halka”, onlara o teoriyi anlatacak, onlar da hemen tırmıkları, baltaları alıp devletin üzerine yürüyeceklerdi. Hindistan Komünist Partisi Marksist-Leninist’in lideri köylü Çaru Mazumdar öyle yapmıştı. Onun kitaplarını Şahin Alpay Türkçeye çevirmişti. Anlattığı aynı hikayeydi. Devrim yapmak üzere köy yollarına düşmüş Şahin Alpay ve yanındaki arkadaşının yorgunluktan tırığı çıkmış, adım atacak halleri yok, o sırada bir traktör geliyor uzaktan, arkadaşı traktörü durdurup binmeyi önerir Alpay’a. Şahin Alpay durup arkadaşının yüzüne bakar, kesik kesik soluyarak Çaru Mazumdar’ın Türkçeye kendisinin çevirdiği şu sözünü hatırlatır:
“Devrimciler, hiçbir şart altında motorlu araçlardan yararlanamazlar!”
*
O kuşaktan sağ kalanların hemen hemen hepsi daha sonra, emperyalizm icadı “turbo motorlu” süper lüks araçlara binip gittiler.