Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Mehmet Akif için, “Yalan söylemeye muhtaç olmadan hayatını baştan başa anlatabilir” diyen biri var: Mithat Cemal Kuntay. Bu sözü acaba Mehmet Akif‘i övmek için mi kullandı, yermek için mi?

        İnsan niçin yalan söyler? Kendini korumak için; diğerlerinin kendisi hakkında kötü düşünmemesi, ayıplamaması için.

        Bir insan tüm ömrünü “el âlem ne der“ diye yaşarsa, hep el âlemin beklentilerine göre hareket ederse, ayıplanacak bir şey yapmamış olur. Meşruluğun temelinde toplumun beklentisi yatar. Böyle bir insanın tüm davranışları meşrudur, onaylanır.

        Bir insan tüm ömrünü “ben ne derim, dediğim dedik, öttürdüğüm düdük” diye yaşarsa bencil bir insan olarak bilinir, ayıplanır, uzak durulur, bazı hallerde de deli diye bilinir.

        Doğal olanı bir insanın yaşamında her ikisinin de yer almasıdır: Her davranışımızın altında biraz el âlem ne der, biraz ben ne derim yatar. Bazı durumlarda bir şeyi el âlemin beklentisi için yapıyoruz söylemi içinde, yani toplumsal meşruluk maskesi altında, kendi beklentimizi gerçekleştirmek için yaparız. Örneğin, lise edebiyat öğretmenim Cahit Okurer “Sen ne olmak istiyorsun” diye bana sorunca, mühendis olmak istediğimi söyledim. Benim de aralarında olduğum bir grup öğrenciyle sohbet ediyordu. “Niçin” diye sordu. Mühendis olarak memleketime gerçekten yararlı olabileceğimi, hizmet edebileceğimi söyledim. Bu söz onun ve diğerlerinin beğenisi için söylenmiş bir sözdü, “İyi ve akıllı çocuk” olmak istiyordum. İçten içe mühendislik saygın bir meslek, iyi parası var; mühendis olursam Silifke’de istediğim kızı bana verirler, diye düşünüyordum. Ama bunu söylemeye utanıyordum. Her şey vatan ve millet için yapılınca alkışlanıyordu; istediğim kızla evlenmek için meslek seçmek çok bencil, ayıplanacak bir şey, bir tür edepsizlik olarak görünüyordu. Cahit Hocam, “memleketine hizmet için bilim insanı olmak istemez misin” diyerek benimle bir sohbet başlattı ve beni psikoloji bilimine yönlendirdi.

        Son iki haftadır Aziz Nesin‘in anılarını okuyorum. Böyle Gelmiş Böyle Gitmez başlığıyla üç cilt olarak Nesin Vakfı tarafından basılan kitabı tüm okurlarıma öneririm. Onun anılarını okurken sanki bir ülkenin albümüne bakıyorum; çok renkli bir albüm, tam bir insan manzaraları buketi. Elimden bırakamıyorum.

        Kitabın ikinci cildinin başlarında, “Yağlı Kara Bir Utanç” başlığı altında, Aziz Nesin bir çocukluk anısını anlatıyor. O anıya geçmeden önce bir giriş yapmış, bu girişi sizinle paylaşmak istiyorum:

        Hiç yalan söylemeyi gereksinmeden yaşamını baştan sona anlatabilmek önemlidir, ama hiç de zor değildir. ... Bundan çok daha önemli, çok daha zor olanı, yaşamı karmakarışık, yaşamında anlatılmasından sakınca, utanç duyulacak olaylar varken, yine de o kişinin yalana hiç gereksinmeden yaşamını baştan sonra bütün çıplaklığıyla anlatabilmesidir. Bir insanın yer yer ayıplarla dolu yaşamını, hiç yalana gereksinmeden baştan sona anlatabilmesi için bu ayıpların, bu kusurların kendisine sıçrayamayacağı denli bir üst düzeye ulaşmış olması gerekir. Bu düzey, Nesimî’nin “Ar ü namus şişesini taşa çaldım kime ne?” dediği yerdir.

        Ne Akif gibi, rahatlıkla anlatılabilecek dümdüz dosdoğru bir yaşamım var, ne karmaşık yaşamımdaki utanılası olayları açıklamaktan sakınca duymayacağım bir düzeye ulaştım. Ama değil mi ki özyaşamımı anlatmaya giriştim, başkalarına zararı dokunmadıkça, ayıplarımı, gizlerimi, eksiklerimi anlatmaya kararlıyım. Bir yağlı kara gibi belleğime bulaşmış, yıllardır ondan arınamadığım bir utancım var.

        Aziz Nesin‘i tanıdım; hayattayken onunla sohbet etme ve etkileşim kurma olanağı buldum. Çok az insandan ondan etkilendiğim kadar etkilendim.

        Diğer Yazılar