Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ancak, hazırlattığınız raporda TSK’ya karşı olanlar ve TSK’dan yana olanlar ifadesine yer veriyorsanız, kategorik değerlendirme yapıyorsanız buna şiddetle itirazım var.

        Bu andıçı okuduğumda kaleme alanların objektif değerlendirme değil, subjektif olmalarının, somut dayanaklardan yoksun olmalarının yanısıra amir baskısının tedirginliğinden kurtulamadıklarını değerlendiriyorum. Çok üzüntü verici.

        Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ölmez önderi Gazi Mustafa Kemal’dir. Rehber alınan Atatürk’ün genç subayların yetiştirilmesi ile ilgili düşünce ve uygulamalarına göz atalım.

        “Zabit ve Kumandan ile Hasb-ı Hal” adlı yapıtında şimdikilerin kulağına küpe olması gereken sözlerinde şunları okuyoruz: “ Askerlik, işlerin yürütülmesi değil, insanların sevk ve idaresi sanatıdır.

        İnsanlar ancak umutları, düşünceleri doğrultusunda sevk ve idare edilebilirler. Dünyayı istediği gibi kullanan güç, düşünce ve bu düşünceleri tanıyan ve yayan kimselerdir.”

        Ve Gazi Paşam devam ediyor:

        “Düşüncenin niteliği de hiçbir karşı koymanın bozamayacağı kesin bir biçimde kendi kendisini kabul ettirmektir. Bu da, düşüncenin yavaş yavaş duygulara, duyguların inanca dönüşmesiyle mümkündür. Ve böyle olduktan sonradır ki, onu sarsmak için bütün başka mantıkların ve başka yargıların geçerliliği olamaz”. Bu ifadeleri ile o “büyük başkumandan” bugünkülere örnek olacak şekilde insan sevk ve idaresinin inceliklerini ortaya koymaktadır.

        Mustafa Kemal aynı kitabında subayı tanımlarken şunları da söylüyor:

        “ Subay, ordu makinesini oluşturan parçaların beyinleridir. Beyinlerde bilgi, düşünce, anlayış ve kavrama olmazsa, makine durur ve hiçbir kuvvet onu işletemez”. Bu tanımı yapan Gazi, emir –komuta ettiğiniz insanları aynı hedefe yöneltmenin inceliklerini ve sırlarını açıklamıştır. Mustafa Kemal bunları öğrendiğinde yıl 1911’dir. Oysa andıçı kaleme alanların attığı tarih 2006’dır!

        Özellikle ‘kurmay subay’ ne yazık ki dünyayı yalnızca dost ve düşman kuvvetler olarak görüyor. Bu doğal, çünkü tüm yaşamı, terfisi bunun üzerine kurulu. Bu nedenle de, medyayı TSK’ya karşı olanlar ve TSK’dan yana olanlar olarak ayırmışlardır.

        Subayların görev yaptığı ve yetiştiği her askeri birlikte, her askeri okulun duvarlarında Atatürk’ün, “ en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir” sözleri asıldır. Yani matematik aklın egemenliğinde düşüneceksiniz diyor. Eğer rehberiniz akıl olursa “sığ değerlendirmeler” yapmazsınız diyor.

        Bakın Fatih Altaylı (Sabah, 9 mart) ne yazmış: “Öncelikle şunu söylemek isterim: Çok sığ bir değerlendirme. Sıradan bir gazete okuyucusu bile çok daha derin ve düzeyli bir değerlendirme yapabilir.

        Açıkçası değerlendirme düzeyini yalap şalap buldum ve Genelkurmay’ın ciddiyetine yakıştıramadım.

        Eğer bu nevi andıçlar yazmaya devam edeceklerse, daha profesyonel, daha derinlikli bir ekip kurup bu işi öyle yapmaları gerekiyor”.

        Akreditasyon meselesine gelince. Güvenilmeyen gazeteciye akreditasyon verilmeyeck denmesi kadar komik bir yargı ve karar olamaz. Tüm toplantılar ve konuşmalar anında internet ortamına düşüyor. Siz bazılarını askeri birliklerden içeri soksanız ne olur sokmasanız ne olur.

        Yanlış nerede; diyelimki kimileri gerçekten TSK karşıtı ise, siz asıl onları davet etmelisiniz. Onlara kendinizi anlatmalısınız. Unutulmasın ki, bu ordu hepimizin. Unutulmasın ki, ordu- millet kaynaşması yalnızca bize özgü. Bu tür andıçlarla bu bağı kopardığınızın farkına varmalısınız.

        Hiçbir Türk vatandaşı Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı olamaz. Buna beni kimse inandıramaz. Eğer böyle birisi varsa gerçek anlamda bir “vatan hainidir”. Kaldı ki, kimin kimden daha yrutsever olduğu, kimin kimden daha cesur olduğu başkalarının yargılarıyla değil, olaylarla ortaya çıkar. En yakın örnek; Kıbrıs Barış Harekâtında “harp ceridesine” o bir “kahramandır” diye hakkında övünç yazılan tek kişi bir üsteğmendir (adı Ulvi Berberoğlu), üst rütbeli subay değil. Bu nedenle, öyle mevki işgal eden birileri eline kalem alıp yazdı diye hiç kimse “hain” olmaz.

        Üstelik öyle hainlik suçlamaları vardır ki, o suçlamayı yapan odağa bağlı olarak, kişiye onur verir. Örnek mi istiyorsunuz; Mustafa Kemal’e “Saray’ın” hain damgası vurup, hakkında idam kararı çıkarmış olması gibi...

        Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı ve İlker Başbuğ’u ikinci başkanken, Hurşit Tolon’u ordu komutanıyken konuşmalarını ve değerlendirmelerini özel olarak dinlemiş biri olarak şunu biliyorum: “Askeri müdahalelere kesinlikle karşılar. Sivil toplumun ve demokrasinin gücüne inanıyorlar”.

        Büyükanıt’ın ve Başbuğ’un konuşmaları hep aklın ve özgür düşüncenin egemen olmasından ve açıkça ifadesinden yana oldukları cümlelerle doludur.

        Diyeceksiniz ki, senin tanıklığın buysa, bu andıç nedir? Yanıtının ipuçları yukarıda yazılı.

        Bu andıçta adı geçen ve üstelik konuşmasından dolayı askeri savcılıkça hakkında inceleme yaptırılıp yalnızca eleştiri sınırlarında kalmış sonucuna varılan, akreditasyon verilmemesi kararı alınan birisi olarak çok açık yazıyorum: Ben Atatürkçü değil Kemalist’im. Kanımın son damlasına kadar Laik Cumhuriyetten ve demokrasiden yanayım. Çokkültürlülüğün bir devlet yüksek stratejisi olarak belirlenmesinin 1996 yılından beri savunucusuyum. Askeri müdahalelerin, en çok Türk Silahlı Kuvvetlerini yıprattığının iddiasını ölünceye kadar dile getireceğim. Üstelik her darbenin bir şekilde ABD’nin işine yaradığını da hem televizyonlarda anlatıyorum hem de kitaplarımda yazıyorum, yazmaya da devam edeceğim. Komuta kademesine yaranmak, onların hoşuna giden şeyleri söylemek yerine, yanlışları, eksikleri, politikacılarla yakınlaşmanın hatalı olduğunu bilgi gücüm yettiğince anlatacağım, Rüştü Erdelhun örneğini hep anımsatacağım. 28 Şubat’ta yeşil sermaye diye bir suçlama yapıp ardından da, suçladığınız gruplardan birisinin yönetim kurulunda dolgun maaşla çalışmanın, en azından ben subayken öğretilen ahlak anlayışıyla bağdaşmayacağını avazım çıktığı kadar bağırarak söylemeye devam edeceğim. Yaranmak için değil yaranmamak için yazmaya konuşmaya devam edeceğim.

        Akreditasyon komikliğini ortaya koyan bir örnekle yazıyı bitiriyorum.

        Uygulanamayan 28 Şubat kararlarının ortalığı kasıp kavurduğu günler. Abdurrahman Dilipak kara listedeki bir gazetecidir. Oturur Genelkurmay’a bir mektup yazar. Beni dinlemeden ve tanımadan hakkımda karar veriyorsunuz. Bu yanlış. Geleyim tanışalım. Randevu talebi kabul edilir. Ama bir sorun vardır. Hem sakallıdır hem de kravat takmaz. Kapıdaki görevliler almak istemezler. General Erol Özkasnak olayı gülümseyerek izlemektedir. Sonuç ne olur acaba? Abdurrahman Bey Genelkurmay’ın kırmızı halılı koridorlarında salına salına yürür, eli sıkılır.

        Bu öyküyü Antalya’da üniversitede ortak panelist olduğumuz etkinlikte anlattı Dilipak!

        Diğer Yazılar