Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Fethiye-Antalya arasındaki Likya Yolu'nda uzun yıllar tek başıma yürüyüşler yaptım. Issız dağlarda yürürken anladım ki, insan tek başına doğada yaşayamaz. Doğuştan sahip olduğu fiziksel özellikler ve yetenekler doğada yaşaması için yeterli değil.

        Giysiye, araç gerece, barınağa, ateşe ve hayatta kalmasına yardım edecek başka insanlara ihtiyacı var.

        Küçük bir kaplumbağa, minik bir kuş, uçan bir arı ve cırcır böceği bile doğduktan kısa bir süre sonra doğada yaşamını sürdürebiliyor.

        Soğuktan ya da sıcaktan korumak için ihtiyacı olan giysisi üzerinde. Yürümek için ayakkabıya, yemek için çatal bıçağa gereksinim duymuyor. Ateş yakmasına, ek bir araç gerece ihtiyacı yok.

        Başka bir hayvan olmadan da hayatta kalabilir, bunalıma girmez.

        Fakat o dağlarda botlarım olmadan yürüyemeyeceğimi gördüm. İlk acemilik yıllarımda aldığım dayanıksız ayakkabım yırtıldı ve yürüyüşü bitirene kadar ayaklarımın her yanı yaralandı.

        Yanımda su taşımadığımda büyük tehlikeler atlattım. Gece ısınmak için ateş yakmam, korunaklı bir yer bulmam gerekti.

        Pusulam çalışmadığında, haritam olmadığında, cep telefonum çekmediğinde ve Likya yolu işaretleri olmadığında yönümü kaybettim.

        REKLAM

        En yakın insan yerleşiminin 4-5 saat uzakta olduğunu bilmek, ayağımı burktuğumda ya da yaralandığımda kimsenin yardıma gelmeyeceğini düşünmek çok ürkütücüydü.

        Hele suyum bittiğinde ve su bulamadığımda yaşadığım korku…

        Sırt çantamda yiyeceklerim, ilk yardım malzemeleri, bıçağım, suyun bulunması, yürüyüş batonlarının olması yine de güven veriyordu bana.

        Uçurumların kenarından geçerken en büyük korkum sırt çantamın düşmesiydi. Belime ve omuzlarıma sıkı sıkı bağlı çanta nasıl düşebilirdi ki?

        İşte insan çıplak kalmayı bırakın, malzemesiz kaldığında bile yaşayamayacağını zannediyor.

        Bir serçe benden daha güçlüydü sanki doğada.

        Domuzlar, yaban atları gördüm. Çok özgüvenlilerdi.

        Kaplumbağanın ne çadıra ne bota ihtiyacı vardı.

        Doğada tek başına kaldığımızda çok zayıf canlılar olduğumuzu anlıyor insan. En büyük gücümüz aklımız. Fiziksel dayanıklılığımıza kalsa ömrümüz çok kısa olurdu...

        Yıkanmazsak mikrop kapmaktan ölebiliriz. Saçımızı, tırnağımızı kesmezsek ucubeye döneriz.

        Teke yarımadasının o meşhur yaban keçisinin bunlara hiç ihtiyaç duymadığı her halinden belli oluyordu.

        Her şeyi yiyemeyiz. Bazı mantarları, bitkileri bilmeden yesek bizi zehirler. Kokladığımda mantarın zehirli olup olmadığını anlayamıyorum bir teke gibi. Önceden öğrenmem gerek.

        Avlansak ateş yakıp pişirmek zorundayız. Balık tutsak keza yine aynı.

        Araç gereçler olmadan da bunları yiyecek haline getiremezsiniz.

        Siz bakmayın televizyonlarda öyle “doğada tek başına” programlarına. Öyle anlatıldığı gibi değil gerçek.

        REKLAM

        Fakat tüm zorluğuna rağmen ne öğrendiyse doğadan öğrendi insan.

        Hayvanları taklit etti, bitkileri, ağaçları, çiçekleri kopyaladı.

        Doğadaki canlılar insanın en iyi öğretmenidir…

        12 yıl boyunca, hiç aksatmadan yürüdüğüm 550 kilometrelik Likya yolu diyebilirim ki hayatta beni en çok değiştiren yolculuktu.

        Haddimi bildim.

        Aslında zayıf olduğumu, öyle böbürlenecek bir hâlim olmadığını anladım.

        Yaratanın gücünü gördüm. Bir kayanın dibinde kimsenin görmeyeceği bir noktada bile muhteşem çiçekler tasarlamış.

        Doğanın bir parçası olduğumu anladım. Efendisi değilim, diğer canlılar gibi ben de doğada bir varlığım.

        Huzuru öğrendim. Toprakla, doğayla iç içeyken insanın aslında nasıl huzurlu olabildiğini öğrendim.

        Ama netice, insanın aslında zayıf olduğunu idrak ettim.

        Diğer Yazılar