Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ahmet Davutoğlu’nun Akit TV’ye çıkması size de Ekrem İmamoğlu’nun Turgay Güler ile yaptığı yayını hatırlatmadı mı?

        O günlerdeki yorumlar da seçim sonuçları da gösterdi ki, o program İmamoğlu’nun hanesine artı yazdı

        Turgay Güler’in İmamoğlu’nu davet etmesi nasıl bir “proje” idiyse, Akit TV’nin Davutoğlu’nu daveti de bir tür “proje”.

        Niyet, güya zor sorularla sıkıştırmak. Hatta mümkünse rezil etmek. Bu arada birilerine de sinyal göndermek.

        “Hard talk” yılda yalnızca bir kez ve düşüncelerine zaten katılmadığınız konukla yapılmaz.

        Önemli olan sevip saydığınız, hatta belki oy verdiğiniz partiden bir konuk çıktığında da aynı zorlukta sorular sorabilmektir.

        Zor soru derken de tabii saldırganlığı kastetmiyorum. İçerik zor olmalı, üslup değil.

        Yanlış anlaşılmasın, bizim medyada bu hastalık iki mahallede de var. Yayınların çoğu goy goy. Siyasi görüşüne katılmadıkları konuğu zaten çıkarmıyorlar. Nadiren çıkardıkları zaman da “ağa düşen balık” muamelesi yapıyorlar.

        Ekranda samimiyet de samimiyetsizlik de seyirciye misliyle geçiyor.

        Sonuçta bu tür programlar “mağdur” edilen konuğa yarıyor.

        Yani lafın kısası, niyet aksi olsa da Akit TV yayınında sergilenen tavır Davutoğlu’nu büyütmüş oldu.

        O da program teklifini bunu baştan hesap ederek kabul etti muhtemelen.

        Erken seçim ihtimali var mı?

        Vekil transferi, üstelik de geçici transfer elbette oy veren seçmene karşı büyük bir haksızlık. Halkın sandıkta sınamadığı bir partiye grup kurması için siyasi hülle yaparak kiralık milletvekili vermek siyaset etiğine uymaz. Parlamentonun itibarını da zedeler. Buna mâni olacak bir yasal düzenleme yapmak meşrudur.

        Fakat rakip siyasetçinin önünü kesmek için türlü bahaneler üreten bir ülke olduğumuzu da unutmayalım.

        Erdoğan’a siyaset yasağı konulduğunda da gördük bunu, İYİ Parti seçime girmeye çalıştığında da. 367 kriziyle İstanbul seçiminin iptali siyasi ruh ikizidir aslında.

        Bu çerçeveden bakınca, CHP’nin İYİ Parti’ye vekil transferi seçim engelini aşma dayanışmasıydı ve o günün koşulları içinde demokrasi adına anlaşılır bir durumdu.

        Dolayısıyla Cumhur İttifakı önümüzdeki günlerde Meclis’e vekil transferini yasaklayacak bir yasal değişiklik getirirse sorgulanması gereken düzenlemenin kendisi değil, niyetidir.

        Eğer bir erken seçim planlanıyorsa, amaç Gelecek Partisi ve Deva Parti’nin önünü kesmekse bu demokratik bir tavır olmaz. Ayrıca anlamsız bir oyun olur, çünkü böyle bir mağduriyet Davutoğlu’nu da Babacan’ı da seçmen gözünde büyütür. Siyasi tarihimiz bunun sayısız örnekleriyle dolu…

        REKLAM

        Peki ortada bir erken seçim ihtimali var mı?

        Aslında bu konuyu eski sistem mantığıyla tartışarak hata yapıyoruz.

        Yeni sistemde erken seçim yok, Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimlerinin aynı anda “yenilenmesi” var.

        Bunu sağlamak da eskisi kadar kolay değil. Cumhurbaşkanı seçim kararı verirse kalan süresinden feragat etmiş oluyor. Korona dönemi anketlerde oyunu yükselişte gösteriyorken Cumhurbaşkanı Erdoğan neden yeniden seçilmeme riskini göze alarak kalan süresini yaksın?

        Seçim kararını Meclis’in verebilmesi için de 360 milletvekilini toplamak gerekiyor ki o da bugünkü Meclis aritmetiğinde imkânsıza yakın.

        Yani öngörülemeyen, olağanüstü bir durum olmadıkça 2023’e kadar erken seçim ihtimali yok.

        AK Parti ve MHP işte bu tabloyu anlatarak erken seçim olmayacağı konusunda garanti verirse, milletvekili transferini yasaklayacak değişiklik de halkın gözünde meşruiyet kazanır.

        Sonuçta CHP’ye oy veren kaç kişi seçtiği vekili sağ muhafazakâr gelenekten gelen bir partinin çatısı altında görmek ister ki zaten?

        Demet Akalın doğru söylüyor

        Korona günlerinde pek çok şeyin kıymetini anladık. Sokakta özgürce yürümenin, maske takmadan nefes almanın, kucaklaşmanın...

        Manevi olduğu kadar maddi dersler de çıkardık tabii... İşlerimizin birden bozulabileceğini, kötü günler için kenara üç beş kuruş koymanın ne kadar önemli olduğunu fark ettik.

        Ve aslında tasarruf etmenin çok da zor olmadığını anladık.

        Pek çok şeyi almadan da hayatımızı sürdürebileceğimizi gördük.

        Bu konuda yapılan yeni araştırma var mı bilmiyorum ama özellikle salgına rağmen gelir kaybı yaşamayan orta ve üst sınıfın az da olsa para biriktirdiğini tahmin etmek zor değil.

        Bir şirkette yöneticilik yapan bekâr bir kadın arkadaşım geçen gün “Kredi kartı borçlarımı kapattım ve hayatımda ilk kez para arttırdım” dedi.

        Öğlen dışarıda iş yemekleri bitti. Hafta sonu alışverişe sinemaya, eğlenceye para kaptırma dönemi de bitti. Özellikle kadınlar için ciddi bir yekûn tutan kuaför masrafları ertelendi.

        Önceki gün televizyon programıma konuk olan Demet Akalın da aynı şeyi söyledi,

        “Korona günlerinde fark ettim ki ben çok müsrifmişim.Gerekli, gereksiz acayip harcamalar yapıyormuşum. Bu 2,5 aylık süreç adam olmam için iyi oldu. Kendimi kısıtlayacağım çünkü o artık beynime yerleşti. Bundan sonra AVM’ye gitsek bile arkadaşlarımızla kahve içip çıkarız” dedi.

        Demet Akalın’ın ile aynı duyguları paylaşmak için onun kadar zengin olmanıza gerek yok. Azdan az, çoktan çok gidiyor. Hemen herkes kendi bütçesine göre bu durumu fark etmiştir sanırım çünkü her sınıftan insan tüketim çılgınlığının esiri.

        'Netflix ekonomisi'

        Kapitalizm üzerine eleştirel kitaplarıyla bilinen duayen Marksist düşünür David Harvey bu yeni durumu “Netflix Ekonomisi” olarak tanımlıyor, korona salgınının tüketim kültürünü iyi yönde değiştirebileceğini söylüyor.

        Yani hafta sonu çocuklarıyla AVM’ye gidip sinema bileti, mısır ve kahveye onca para vermek yerine oturup evde film seyretmeye alışıyor insanlar.

        ‘Netflix ekonomisi’ deyince kulağa havalı geliyor tabii ama bu düpedüz eski “PTT” yani “pijama, terlik televizyon” günlerine dönüş aslında!

        Balkon kapatma hastalığı son bulacak mı?

        Yanlış hatırlamıyorsam 90’larda başladı bu furya. Güzelim ahşap doğramalar soğuk bahanesiyle plastik pencerelerle değiştirilirken, evi 1-2 metre genişletmek uğruna balkonlar da kapatıldı. Adeta bütün ülkeyi saran sosyolojik bir akıma dönüştü bu balkon kapatma hastalığı.

        Sadece evleri genişletme hevesi değil, 90’lara damgasını vuran ‘Balkonda mangal yapan atletli amca’ya duyulan tepki ve kamusal alanın muhafazakarlaşmasının da buna katkısı oldu muhtemelen.

        Neticede güzelim balkonlarımızı bir bir kaybettik.

        Üstelik eve ferahlık kazandırmak şöyle dursun, çamaşır askılarının ve gereksiz ıvır zıvırın depolandığı sıkıntı yuvalarına dönüştü kapalı balkonlar.

        Şimdi her şey gibi onun da kıymetini anladık. Salgın sonrası yapılan araştırmalara göre insanlar balkonsuz eve taşınmak istemiyormuş artık.

        Bu yazıyı 50 yıl önce yapılmış eski bir apartmanın balkonundan yemyeşil ağaçlara bakarak yazarken, karşı apartmanda balkonunu PVC ile kapatan komşularımıza acı acı gülüyorum. İmkânı olan söküp atsın, eski haline döndürsün bence.

        Diğer Yazılar