Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu gelecek hafta ABD’ye gidiyor. İsmail Saymaz önemli bir kulis haber yaparak CHP Lideri’nin senatör Bernie Sanders ile görüşeceğini açıkladı.

        Kılıçdaroğlu ABD Başkanı Biden veya mevcut yönetimden kimseyle görüşmeyecekmiş. Bunun sebebini de “Muhalefetteyken, prensip olarak iktidarla görüşmeyiz. Çünkü muhalefet olarak o masaya oturursanız, ancak icazet almak için oturursunuz” diye izah etmiş.

        Dün Sözcü Gazetesi'nden Aytunç Erkin'e de benzer bir açıklama yaparak "ABD'ye gideceğim ama birilerinin dediği gibi icazet almak için değil… Bilim ve teknolojideki gelişmeleri görmek, bilim yapanlarla, teknoloji geliştirenlerle birlikte olmak için… Neoliberal politikalara karşı çıkan, sosyal devleti savunanlarla birlikte olmak için…” demiş.

        Şunu baştan söylemek gerekir ki Kılıçdaroğlu’nun Biden veya ekibiyle görüşmeyecek olması Türkiye’deki yansıması bakımından son derece yerinde bir karar.

        Biden’ın “Türkiye’de muhalefeti destekleyerek Erdoğan’ı devireceğiz” sözleri unutulmamışken, başta CHP olmak üzere 6’lı masa ‘Atlantikçi’ olmakla suçlanırken Kılıçdaroğlu’nun Beyaz Saray veya çevresine yapacağı bir ziyaret AK Parti’nin eline büyük koz verirdi.

        Peki Kılıçdaroğlu’nun Sanders ile görüşmesinin içerideki yansıması ne olur? Kılıçdaroğlu imajına olumlu katkı sağlar mı?

        Kemal Bey bir süredir konuşmalarında neoliberalizm ve vahşi kapitalizm eleştirisi yapıyor. Hatta faturasını ödeyemeyen vatandaşlara destek olmak için karanlıkta oturduğu günlerde gaz lambası ışığında son derece teorik bir manifesto da yayınlamıştı. Dar bir sol çevre tarafından memnuniyetle karşılanan o konuşmanın ben sade vatandaş için fazla entelektüel olduğunu söyleyerek eleştirmiştim.

        Yanlış anlaşılmasın, eleştirim kapitalizm karşıtlığına değil, tercih edilen iletişim stratejisineydi.

        Kılıçdaroğlu’nun vahşi kapitalizme karşı Türkiye’de bir hareket başlatacak olması elbette kıymetli. Tüm dünyada sağ hareketlerin yükselişte olduğu bir dönemde bu söylem üzerinden seçim başarısı yakalaması ise hiç ama hiç kolay değil.

        Kendini sosyal demokrat ve ‘ilerici’ olarak tanımlayan Sanders bunu ABD’de denedi. 2016’da ve 2020’de iki kez Demokrat Parti’nin başkan adayı olmak için yarıştı. Oradaki liberal sol kesimden ve gençlerden epeyce destek aldı hatta Demokrat Parti tarihinden en hızlı bağış toplayan aday olarak adını tarihe geçirdi ama günün sonunda adaylık ipini iki seçimde de göğüsleyemedi. İlkinde Hillary Clinton’a ikincisi de Joe Biden’a karşı yarışı kaybetti.

        T 24’ten Murat Sabuncu Sanders-Kılıçdaroğlu görüşmesini yorumlarken CHP Lideri’ni yeterince ‘ilerici’ olamamakla eleştirmiş. “LGBTİ’lere yapılanlara sessiz kalan, Kürt sorununda karnından konuşan, masa dağılmasın diye ‘kimi konuları geçiştiren’ Kılıçdaroğlu görüşmeye gittiği Sanders’ın hayal ettiği dünyanın bir kurucu parçası olabilir mi?” diye sormuş.

        Ben de soruyu tersinden sorayım; LGBT haklarını savunan, Kürt sorununun çözümü için HDP ile açıkça bir arada hareket eden ve masanın dağılmasını göze alarak sol liberal kanaat önderlerini mutlu edecek cesur açıklamalar yapan bir Kılıçdaroğlu yüzde 50+1 oy alarak seçim kazanabilir mi? 50+1’i geçtim yüzde 25 bandını aşabilir mi?

        Dünyada da Türkiye’de de sol hareketlerin temel bir sorunu var. Sağ popülizmin yükselişini küçümsüyor ve fakat kitleleri bu hareketlere yönlendiren psikoloji ile empati kurmayı denemiyorlar. (Michael Moore’un Trump belgeseli bunun tipik bir örneğidir mesela. Trump’a oy veren kitleleri olabildiğince aşağılarken arkasında yatan nedenlerle yüzleşmeye yanaşmaz.)

        Bu eleştiriyi dışarıdan biri olarak yaptığımı düşünmesinler. Hayatım boyunca kendimi hiçbir zaman sağ muhafazakâr veya statükocu bir çizgide tanımlamadım. Fikri dünyam 20’li yaşlarımda 8 yılımı geçirdiğim Boğaziçi Üniversitesi’nde şekillendi. Fakat sonunda ben ve etrafımdaki dar çevrenin düşüncelerinin Türkiye sosyolojisinin ağırlıklı çoğunluğunu oluşturan kitlelerin beklenti veya endişelerine hitap etmediği gerçeği ile yüzleştim. Dahası benimsenen dil ve üstü örtülü nobranlık nedeniyle bunun yakın gelecekte de mümkün olmadığını gördüm.

        Bir önceki yazımda Erdoğan'ın seçim stratejisinden bahsederken anlatmaya çalıştığım da buydu. Milliyetçiliğin, vatan sevgisinin, dindarlığın arkaik düşünceler olarak görüldüğü, “Hepimiz dünya vatandaşıyız, cinsiyet kimliği toplumun dayatmasıdır, bireysel özgürlükler her şeyin üstündedir, ulus devletler ölmeye mahkumdur, etnik kimlikler değerlidir, yaşasın çok kültürlü dünya’ anlayışı 2000’li yıllarda popülerlik kazansa da kısa süre içinde kendi karşıt hareketini yarattı.

        Geleneksel değerlerinin saldırı altında olduğunu hisseden, vatanının bölünmesinden korkan, çocuklarının cinsel kimlik yöneliminden kaygılanan, göçmenlerin ülkesini işgal ettiğini düşünen, inanç kimliğinin aşağılandığını hisseden milyonlarca insan sağ-milliyetçi-popülist -muhafazakâr politikacılara yöneldi.

        Alt gelir grupları kendilerine ekonomik refah vadeden sol ya da sosyal demokrat partilere değil, anlam dünyalarına hitap eden sağ partilere oy verdi.

        Hem dünyadaki sol hem de bizdeki muhalif çevreler, argümanlarını özgürlük ve demokrasi vaadi üzerine inşa ederken bu insanları ikna edecek alternatif bir değerler söylemi oluşturmakta yetersiz kaldı.

        Yerel seçimlerde Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nun seçim kazanmasının arkasında sağ değerler dünyasının içinden görünmelerinin payı zannedildiğinden büyüktü.

        Sadede geleyim, Bernie Sanders’a seçim kazandıramayan bir ‘ilerici’ söylem Türkiye’de Kılıçdaroğlu’na kazandırabilir mi?

        İYİ Parti çizgisini bile içine sindiremeyen bir muhalif çevrenin bu soruyla yüzleşmeye gönüllü olacağından şüpheliyim.

        Meral Akşener boşuna “Bize parmak sallayanlar var” demiyor.

        Diğer Yazılar