Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar Fatih Akın riskli sulardan çıkamıyor
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Fatih Akın’ın Almanya’da en çok iş yapan filmi olan ve Alman Film Ödülleri’ne aday gösterilen ‘Ren Altını’ (Rheingold), geçtiğimiz hafta Türkiye’de vizyona girdi. Film, sahne ismi Xatar olan Kürt kökenli Alman vatandaşı, rap şarkıcısı ve iş insanı Giwar Hajabi’nin yaşam öyküsü üzerine kurulu…

        Giwar Hajabi’nin 2015’te yayımlanan ‘Alles oder Nix: Bei uns sagt man, die Welt gehört dir’ adlı biyografisinden Fatih Akın tarafından sinemaya uyarlanan film, Suriye’de açılıyor. İlk sahne itibarıyla kendimizi gerçekçi bir Ortadoğu savaş filminin orta yerinde hissediyoruz. Suriye askerlerinin elleri bağlı kamyondan indirdiği üç karakteri ilk kez gördüğümüzde, Fatih Akın’ın kareyi dondurması ve isimlerini yazması ise 1970’lerin suç filmlerini akla getiriyor. Cezaevi demeye dilimizin varmayacağı zindanlardaki insanlık dışı yaşam koşulları ve işkenceyi gösteren sahnelerde, Suriyeli otoritelerin Giwar Hajabi (Emilio Sakraya) ve iki arkadaşının çaldığı altınların peşinde olduğunu anlıyoruz. Tam da buralarda, ‘Üç Kral’ (Three Kings) benzeri, anaakım Hollywood tarzında, savaş fonunda geçen bir çağdaş Ortadoğu öyküsü seyredeceğimizi düşünmemiz mümkün. Ama tüm bunlar sadece bir girizgâh. Çünkü geçmişe dönüş sahneleriyle birlikte asıl film başlıyor ve biz de İran’dan Irak’a, oradan Almanya’nın eski başkenti Bonn’a kadar uzanan maceralı bir yaşam öyküsü seyrediyoruz.

        Giwar Hajabi’nin yaşam öyküsü, annesinin karnında olduğu günlerde, babasının ünlü bir besteci ve orkestra şefi olduğu İran’da bir klasik müzik konserinde başlıyor. Ortadoğu zindanlarındaki insanlık dışı koşullarla tezat teşkil eden elit bir ortamda buluyoruz kendimizi. Ama İran İslam Devrimi’nin seküler yaşam biçimine gösterdiği acımasızlığı temsil eden bir grup militanın konseri basması ve kan dökmesiyle yeniden Ortadoğu şiddet sarmalına dönüyoruz.

        Hajabi’nin, Tahran sanat çevresinin saygın, elit insanları arasında yer alan ebeveynlerinin dağlarda süren silahlı mücadeleye katılmak zorunda kalması; annesinin onu rejimin uçakları kampları bombalarken bir mağarada doğurması, kuşkusuz film boyunca akıldan çıkmayacak olgular...

        Yıllar sonra ilkokulda okuyan kızı, babasına ‘Neden suç dünyasına girdin, mahkûm olup cezaevinde yattın?’ anlamına gelen sorular yönelttiğinde, Hajabi ilk anılarının cezaevinde geçtiğini söyleyerek yanıtlamaya başlıyor onu… Böylece Hajabi’nin, kendini bir suçlu haline getiren süreci, bebeklik – çocukluk yıllarındaki acılarına bağladığını anlıyoruz.

        Senaryonun üzerine inşa edildiği ‘neden – sonuç ilişkileri’ne daha dikkatli bir gözle baktığımızda ise Hajabi’yi ergenlik çağında ‘uyuşturucu satıcısı’ haline getiren sürecin ilk adımında babasını görüyoruz. Yıllar süren çabaların sonunda Almanya’ya kabul edilen babanın, verdiği ilk konserde başarıya ulaştıktan hemen sonra kendisiyle yıllar boyunca zorlukları paylaşan eşini ve çocuklarını bırakıp başka bir kadına gitmesi; üstelik kazandığı bütün parayı yanında götürmesi, hepimizin boğazına yumruk gibi oturuyor. Böylelikle filme Batılı seyircilerin önyargısını yıkarak giren orkestra şefi-kompozitör baba, ürpertici bencilliği ve sorumsuzluğuyla bir anda filmin gizli kötü adamı olup çıkıyor. Aynı babanın ‘filmin bilgesi’ olarak oğluna suç dünyasına girmeden çok önce doğru yolu gösterdiği, ‘gerçek Ren altını’ndan söz ettiği sahne de önemli…

        Tuhaf olan, yazar yönetmen Fatih Akın’ın babanın şaşırtıcı ve ani değişimini belirsiz bırakması; ‘Gerçek hayatta da böyle olmuş’ havasında karakterin iç motivasyonunu görmezlikten gelmesi… ‘Bu adam paraya ve başarıya kavuşur kavuşmaz neden ailesini bırakıp gitti? Ailesiyle derdi neydi?’ sorusuna ayrıntılı yanıtlar yok filmde. Kesin olan tek şey, baba gider gitmez Hajabi’nin para kazanmak ve büyüdüğünü ispat etmek için çocuk yaşta suç dünyasına girmesi ve filmde suç kariyerinin çok daha detaylı, kapsamlı ele alınması…

        Çocuklarını temizliğe giderek okutan, onca maddi sıkıntıya rağmen babasının gerekli ‘eğitimci sabrı’nı gösteremediği Hajabi’ye müzik dersleri aldıran ve eve kirli para girmesine kesinlikle karşı olan annenin neden oğluna örnek olamadığı konusu da belirsiz kalıyor. Anne zayıf, çaresiz bir karakter olarak çizilse, daha rahat anlayabileceğimiz bir yönelim bu… Ama karşımızda sevgi dolu güçlü bir anne var ve Hajabi’nin gözlerinin önünde profesyonel bir suç makinesine dönüşmesine engel olamıyor. Annenin uyuşturucudan kazandığı ilk parayı yırtıp atması dışında pas geçilen bir çatışma bu… Fatih Akın’ın burada da neden – sonuç ilişkilerini pas geçtiğini görmek olası… Bana sorarsanız, genç Hajabi’nin suç dünyasındaki yükselişini anlatmak kadar anne – baba – oğul arasındaki psikolojik dinamiklere daha çok yer ayrılmalıydı.

        Film elbette ahlaken suça karşı. Kaldı ki, öykü Hajabi’nin hayatının bir noktasından sonra doğru yolu ve babasının tanımıyla hiç bitmeyen ‘Ren altını’nı, yani gerçek yeteneğini ve içindeki müzisyeni keşfetmesi süreci üzerine kurulu… Karakter değişimi inandırıcı. Filmin kalbindeki mesele, Hajabi’nin doğru yolu bulması, içindeki öfkeyi ve geçmişin acılarını müziğe kanalize ederek ruhunu kurtarması… Sonuçta, suçlulara karşı olan önyargılarımızı sorgulamamıza yol açan bir öykü seyrediyoruz. Ama Hajabi’nin psikolojik değişim eğrisinin detaylı ve iyi anlatıldığını söylemek mümkün değil. Mesela, suç işleyerek kazandığı parayla Amsterdam’a gelen ve nakit parayla konservatuara yazılan Hajabi, artık temiz işlerde çalışmak istediğini söylüyor orada yaşayan çocukluk arkadaşına… Sonra ‘yasal iş bulmak adına’ gece kulübünün önünde duran bir kadını tokatlayarak korumalara meydan okuyor. Amacı onları başarısız göstererek yerlerine geçmek… Korumaların arkasında çete olduğunu öğrenince bu kez herkesin Amca (Uğur Yücel) dediği bir patron tarafından yönetilen organize suç örgütüyle irtibata geçiyor ve ‘kapı bekleme işi’ni kaba güç kullanarak ele geçirmeyi öneriyor. Amca, Türk ve Müslüman kızların barlara alınmaması şartıyla teklifi kabul ediyor ama bu kez de mekân işletmecileri isyan ediyor vb… Tüm bunlar hafif, eğlenceli bir suç komedisi havasında anlatılıyor ve biz Hajabi’nin yasal, temiz iş bulma motivasyonunu veya umudunu tam olarak ne zaman ve nerede kaybettiğini anlayamıyoruz. Üstelik Amca’nın müzik konusundaki ‘Ortak olalım’ önerisini neden reddettiği belirsiz. Bunun yerine, Amca’nın mallarını satarak boğazına kadar suça batmayı tercih ediyor. İşte bu yüzden, ana karakterin yanında durmak, onun psikolojisindeki değişimleri, seçimlerinin arkasındaki mantığı anlamak isteyen bir seyircinin işi hiç kolay değil. Bir yere kadar idare etseniz bile Hajabi’nin ‘olay çıksın’ diye kadın tokatladığı sahnede aranızdaki mesafe çok açılıyor.

        Buna karşılık, ana karakterine mesafe alan ve onu eleştiren bir film seyrettiğimiz söylenemez. Sonuçta, Fatih Akın’ın Hajabi ile iş birliği içinde gerçekleştirdiği ‘resmi bir biyografi’ duruyor karşımızda. Böylesi resmi biyografilerde, yönetmenin ana karaktere mesafe alması hiç kolay değil. Mesela, Hajabi’nin çocukken mahalle çetesinden dayak yedikten sonra dövüş eğitimi alması, kendisini döven herkesten tek tek intikam alması ve belalı, tehlikeli kişi anlamına gelen ‘Xatar’ lakabını kazandığı sekansı ele alalım. Normalde ‘şiddete karşı şiddetin çözüm olması’ 1970'lerin sağ eğilimli 'vigilante' filmlerinde kabul edilebilir bir şeydir. Buna karşılık, birçok yönetmen ‘Şiddet sarmalının hiçbir şeyi çözmeyeceği, tam aksine daha büyük sorunlar oluşturacağı’nı bir şekilde vurgulamak zorunda hissederler kendilerini. Fatih Akın’ın ise öyle bir derdi yok. Tam aksine, Hajabi şiddet sayesinde mahallenin, hatta şehrin efsanesi haline geliyor ve aldığı lakabı ömür boyu taşıyor… Şiddet konusunda ‘göze göz dişe diş’ mantığını onaylayan bir yaklaşım var filmde. Üstelik, göçmenlerin kendi içlerinde bir tür şiddet sarmalında yaşadığını göstermesi açısından Avrupa’daki yabancı düşmanlarının ekmeğine yağ sürecek bir yaklaşım bu ne yazık ki…

        Film bittikten sonra ‘Fatih Akın, keşke Martin Scorsese’nin ‘Sıkı Dostlar’ (Goodfellas) filmini model alsaydı’ diye düşünmeden edemedim. ‘Sıkı Dostlar’da, dar gelirli, mütevazı, dürüst İrlandalı aileden gelip New York’taki İtalyan mafyasına katılan bir gencin gerçek yaşam öyküsü anlatılır. Ama ‘Ren Altını’nın aksine tüm neden sonuç ilişkileri detaylı olarak ele alınır. Mesela, Ray Liotta’nın oynadığı gencin, ailesini bir yana bırakıp neden mafyaya girdiği sorusunun yanıtı çok açıktır. Çünkü karakterin iç sesini dinleriz. Orada da birçok sahnede suç komedisi havası vardır. Ama Scorsese, karakterlerin başvurduğu aşırı ve sapkın şiddete en başından tavır alarak mafya mensuplarının vicdansız suç makineleri olduğunu gerçeğini gösterir; suçu hafife almaz. Mafya şakaya gelmeyen kanlı ve karanlık bir yapıdır. Film, karakterlerine mesafe alır ve onları tehlikeli anti-kahramanlar olarak çizer.

        ‘Ren Altını’nda da suçun çıkmaz bir yol olduğu belli… Öykü bu fikir üzerine kurulu ama ‘Sıkı Dostlar’daki gibi sert, gerçekçi, ödünsüz bir eleştiri yok. Onun yerine hafif bir suç komedisi havası hâkim.

        Ayrıca göçmenler arasında azınlıkta kalan bir kesimin oluşturduğu suç çeteleri ile içinde yaşadıkları topluma en ufak bir zarar vermeden, tam aksine ırkçılığın mağduru olarak yaşayan masum göçmenlerin dünyası arasındaki farklılıkların yeterince iyi anlatılamadığını düşünüyorum. Göçmen gençlerin suça yönelmesinde ırkçılığın, sınıfsal sömürünün, sosyal adaletsizliklerin altı çizilmiyor. Bana sorarsanız, ‘gerçek yaşam öyküsü’ konseptine sahip riskli bir hikâye, sorunlu bakış açısıyla anlatılıyor...Daha açık söylemem gerekirse, Ortadoğu kökenlilerle suç dünyası arasında kurduğu ilişkiler itibarıyla ‘Ren Altını’nın Avrupalı ırkçıların hoşuna gidecek bir film olduğunu sanıyorum. Bana sorarsanız, gerçek hayat hikayesi dahi olsa böylesi filmlerin dramatürjisi çok daha dikkatli ve hassas yapılmak zorunda. Giwar gibi gençlerin suça yönelmesi çok yönlü ve kapsamlı analiz edilmeli; suç dünyası, kafalarda en ufak sorun bırakmayacak, her tür özentiden uzak duracak şekilde eleştirilmeli…

        Giwar ‘Neden suçlu oldun?’ diyen kızına Ortadoğu’da çok zor koşullar altında geçen çocukluğundan söz ederken belki haklı ama kendisine ve ailesine oturma izni veren Almanya’da bir suçluya dönüşmesini açıklayan bir gerekçe değil bu… Bugün dünyanın birçok ülkesinde sığınmacılara ‘ikinci şans’ vermeye karşı çıkan birçok siyasi hareket var ve Giwar’ın kızına yaptığı açıklama, onların ‘Herkes kendi ülkesinde kalsın’ tezini destekleyen bir niteliğe sahip. Kaldı ki, Giwar’ın suça yönelmesinde evi terk eden babasının rolünün çok daha büyük olduğunu biliyoruz.

        Kökeni Kuzey ve Alman efsanelerine dayanan; Wagner’in aynı isimli, 1869 tarihli operasına da konu olan, peri masallarını akla getiren Ren Altını mitinden yola çıkılması, kuşkusuz parlak fikir. Gerçekçi bir Ortadoğu savaş öyküsü gibi başlayan filmin Hollywood usulü gösterişli bir fantezi sahnesiyle bitmesi de hoş numara... Sonuçta, her şey insanın kendi içindeki hazineyi bulmasıyla ilgili ama ‘Ren Altını’ ele aldığı meseleleri biraz hafife alan bir film.

        ‘Ren Altını’, ana karakteri Giwar Hajabi’nin müzikle ilişkilerini anlatırken ilgiye değer hale geliyor, ‘gangster filmi’ olmaya çalışırken tökezliyor. Asıl önemlisi, ırkçılığın yükseldiği bir dünyada gereksiz derecede riskli sulara giriyor ve bana sorarsanız o sulardan alnının akıyla çıkamıyor.

        4.5/10