Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        EKONOMİK kriz ve mültecilere yönelik tepkiye, bölgedeki savaşlara bir de Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin eklenmesi Türkiye’de milliyetçiliği yükseltti mi?

        Yoksa gittikçe artan yoksulluk, milliyetçi yaklaşımın alıcısını azalttı mı?

        Veya Türkiye’nin uluslaşma sürecinde Mustafa Kemal Atatürk’ün hedef gösterdiği, devlet inşa sürecinin harcındaki soyut milliyetçilik; etnisite yerine vatana dayalı Ernest Renan milliyetçiliği genetik kodunu devam ettiriyor mu?

        Aslında, ana arterde mülteciler, ayrı zeminde de Kürtler üzerinden yürütülen söylem siyasetinden yola çıkarak, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçiliğin alıcısının arttığı söylenebilir.

        Ancak dün gelen araştırma bu algının ötesinde bir durumun varlığını önümüze seriyor.

        İstanbul Politikalar Merkezi ile Ankara Enstitüsü’nün Panoramatr’ye 1255 kişi üzerinden yaptırdığı Türkiye’de Milliyetçilik Algısı Araştırması, algıladığımız ile var olanın aynı olmadığını gösteriyor.

        Ayrıca, politik ittifak paydaşları paralelinde laik, milliyetçi, ülkücü ve muhafazakar kesimleri nasıl aynılaştırdığı verisini de sunuyor.

        Ekonomik gelir, kültürel gelişim, coğrafya ve etnik durumdan çok daha fazla oranda eğitim seviyesinin milliyetçilik bakışına etki yaptığı gerçeğini de hatırlatıyor.

        Verilere göre toplumda eğitim yükseldikçe, milliyetçiliğe bakış vatanseverliğe dönüyor.

        Paradoks ise vatanı için ölmeye hazır milliyetçi olarak tanımlayanların, konu başka ülkede yaşamak olunca, çıkarını nasıl öncelediğini de trajikomik gerçeklikle önümüze koyuyor.

        NE KADAR MİLLİYETÇİSİNİZ?

        Araştırmanın sunduğu tablolarda oldukça ilginç sonuçlar var…

        Ne kadar milliyetçi olduğuna 0-10 arasında not vermesi istendiğinde Türkiye ortalaması 7,5 çıkmış; yani %75.

        Katılımcıların %48’i milliyetçiliğine tam not, 10 puan verirken, %25 kadarı 5 puanın altında kendini değerlendirmiş.

        Sonraki soru ise aslında öncekinin sağlaması...

        Ülkesi için savaşıp ölmeye kesinlikle hazır olduğunu söyleyenlerin oranı %68 çıkarken, kaçamak bir yanıtla katıldığını söyleyenlerle birlikte toplamı %84’e ulaşıyor.

        VATANDAŞ OLMAKTAN GURUR DUYAN

        Ülkeyi sevmeyenlerin terk etmesini isteyenlerin oranı ise %57; ancak eğitim seviyesi düştükçe bu ifadeye katılım oranı da aynı oranda azalıyor.

        “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktan gurur duyduğunu” söyleyenlerin oranı da %64 seviyesinde; bu ifadeye katıldığını belirtenlerle birlikte oran yukarıdaki gibi %84’e ulaşıyor.

        ÜLKE SEÇMLE ŞANSIM OLSA

        Ancak iş dönüp dolaşıp çıkarına geldiğinde durum farklılaşıyor. “Seçme şansım olsa bir başka ülkenin vatandaşı olurdum” cümlesine kesinlikle katılırım diyenlerin oranı %42… Kesinlik ifade etmeden katıldığını belirtenler ile toplandığında ise %69 rakamına ulaşıyor.

        Aslında vatan sevgisi ile kişisel çıkar beklentisinin paradoksunu net karşımıza çıkarıyor. Araştırmada en dikkat çeken nokta, “Milliyetçilik mi, vatanseverlik mi?” sorusuna katılımcıların %77’sinin “vatansever” olarak yanıt vermesi…

        Aslında soruya yanıt verirken, siyasal tercihte bulunuyormuş hissini karşısındakine yansıtmama tutumunu da hesaba katmak gerekiyor; nitekim araştırmacılar da bunu kayda geçirmiş.

        ÖNCE MÜSLÜMAN, SONRA TÜRKÜM

        “Ülkeme bağlılığım dinime bağlılığımdan fazladır” sorusuna verilen yanıt ittifakların milliyetçilik ile muhafazakarlığın birbirine ne denli kaynaşmaya başladığının da göstergesi.

        Katılımcıların %55’i bu ifadeye katılmadığını söylüyor, tersten okunduğunda “dinime bağlılığım ülkeme bağlılığımdan daha ileri” diyenlerin oranı nüfusun yarısını geçiyor.

        “Önce Müslüman sonra Türküm” söylemine katıldığını söyleyenlerin oranı da zaten %66 çıkarak bir önceki sorunun sağlamasını yapıyor.

        Bu veri toplumdaki dini aidiyetin, etnik aidiyetten ne denli yüksek olduğu gerçeğini de önümüze koyuyor.

        Bir ulus için bunun ne anlama geldiğini de aslında bir deneme olan Ölümcül Kimlikler adlı eserinde Amin Maalouf eski Yugoslavya örneği üzerinden on yıllar önce koymuştu.

        Kitabında yer verdiği bir kişi, parçalanma öncesi Yugoslavya’daki bir Müslüman’a aidiyeti sorulduğunda, birinci sıraya ülkesini, ikinci sıraya yaşadığı bölgeyi, sonrasına etnik kimliğini, en sona da çok güçlü olmayan bir ses tonuyla Müslüman gelenekten geldiğini koyuyordu. Savaş ve parçalanma sonrası aynı kişiye aidiyeti sorulduğunda ilk sıraya Müslümanlığını, ardından Boşnak olduğunu bir zamanlar Yugoslav olduğunun hatırlatılmasından da hiç hoşlanmadığını tavrıyla gösterdiğini aktarır…

        Bu araştırmaya bakıp bir gelecek tasavvurunda bulunmak ne denli doğru olur bilinmez.

        HALK YAŞ SEBZE GİBİDİR

        Neden de toplumların günün şartlarına göre tutumlarını değiştirebilmeleri… Tarihçi Marc Bloch’un, “İnsanlar babalarından çok, zamanlarının çocuklarıdır” sözünün geçerliliğinin devam ettiğini de gösteriyor.

        Veya kısa süre önce İrfan Aktan ile söyleşisinde Tanıl Bora’nın anımsattığı Süleyman Demirel’in şu sözündeki gibi:

        “Halk yaş sebze gibidir günlük yaşar…”

        Araştırma bu açıdan bazı gerçeklerimizi önümüze koymuş.

        O da sosyal medya üzerinden yürütülen algının aslında toplum katmanında sanıldığı kadar bir etki yaratmadığı…

        Ulus devlet inşa sürecinde temeline dökülen soyut milliyetçilik harcının, genetik özelliğini sürdürdüğünü gösteriyor.

        Seçim Kanunu'nu AYM iptal ederse!...  

        Seçim Kanunu'nu AYM iptal ederse!...  
        0:00 / 0:00

        MİLLETVEKİLİ Seçim Kanunu’nda yapılan değişikliğin en önemli maddesinin hükmü dün itibarıyla tamamlandı.

        Buna göre daha önce o seçim bölgesindeki en yaşlı hakimin görev üstlendiği il ve ilçe seçim başkanları birinci derece hakimler arasından belirlendi.

        Muhalefet de yasa çıktığında diğer maddelerini bir kenara bırakıp, sadece bu maddesini Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı.

        Ancak dün itibarıyla başkanlar belirlendiği için Anayasa Mahkemesi iptal etse de kararları geriye yürümediği ve uzun yıllardır da yürürlüğü durdurma kararı vermediği için bundan sonra geriye dönüş söz konusu olmayacak.

        İPTALİ HALİNDE NE OLUR?

        Soru ise Anayasa Mahkemesi’nin bu kez farklı bir tutum alıp seçim kurulu başkanlarına ilişkin muhalefetin başvurusunu haklı bulması durumunda ne olacağı?

        Aslında Anayasa Mahkemesi, süresi biten Yüksek Seçim Kurulu üyelerinin seçim tamamlanana kadar görevlerine devam etmelerinin seçmen tercihini etkilemediği yönünde geçmiş bir kararı mevcut.

        Fakat o zaten devam etmekte olan seçimin baştan itibaren hazırlığını yapan bir heyetin sandık süreci tamamlanana kadar görevlerine devamını öngörüyordu.

        Burada ise daha seçim süreci başlamadan sistem değişiyor…

        Buradan yola çıkarak Anayasa Mahkemesi olumsuz bir karara varırsa ne olur?

        Kararı geriye yürüyemeyeceği için hakimler atanmış olacak, bu da siyasi bir tartışmanın daha başlamasına yol açacak.

        Aslında olmaz da değil…

        Avrupa Konseyi’nin AİHM dahil hukuki konulardaki en önemli danışma organı olan Venedik Komisyonu’nun ve AGİT Demokratik Kurumlar ve İnsan Hakları Bürosu’nun (DKİH) çok yakın geçmişte, 20 Haziran günü yayınladığı buna ilişkin bir rapor var.

        Rapordan ben de seçim hukuku alanındaki çalışmaları ile bilinen Doç. Dr. Tevfik Sönmez Küçük yolladığında haberdar oldum.

        VENEDİK KOMİSYONU RAPORU

        Anayasa Mahkemesi Bireysel Başvuru’nun oluşmasında etkisi bulunan Venedik Komisyonu ve AGİT DKİH Bürosu yayınladıkları raporda seçim kurullarına en yaşlı hakim üye başkanlık ederken, bunun birinci sınıfa ayrılan hakimler şekline çevrilmiş olmasını eleştiriyor.

        Kanun değişikliği gerekçesinde yargıçların ilerleyen yaşları nedeniyle görevlerini yapamadıklarına vurgu yapıldığı anımsatılarak, bunu ispatlayan bir kanıta rastlanmadığı kayda geçiriliyor.

        Kaldı ki sağlık sorunu gibi bir durumun ortaya çıkması halinde yasal teminatların ve sürecin nasıl işleyeceğinin de hüküm altına alındığına dikkat çekiliyor.

        Şu ifadesi dikkat çekiyor:

        “Seçim kurullarının oluşumu ile ilgili kabul edilen sistemin öngörülebilir olmadığı, yargıçlar üzerinde muhtemel baskı ve manipülasyonun bu düzenleme ile daha da artabileceği kaygısı…”

        Var sayalım AYM bu bakışı benimsedi ve iptal etti…

        Bunun olabilirliği var mı derseniz düşük bir ihtimal olarak görürüm, ancak bu rapor dahi görevini layıkıyla yerine getirecek hakimler açısından iyi bir başlangıç yaratmadı.

        Hele ki daha 6 ay önce Şubat’ta belirlenen başkanların yerine apar topar yenilerinin gelmesi de bir başka durum yarattı.

        Bir sonraki seçim dönemine bırakılması daha yararlı olurdu…

        Ayrıca il seçim kurullarının aldığı kararlar tek başına bir şey ifade etmiyor, sonuçta YSK kararın noktasını koyuyor.

        İlginç olan orada da ciddi bir değişiklik yaşanacak…

        YSK’DA YENİDEN YAPILANACAK

        Doç. Dr. Küçük, İstanbul seçiminde yaşananları anımsatarak bu duruma dikkat çekti.

        İstanbul seçiminde İl Seçim Kurulu Başkanı seçimlerin sonucu konusunda kararlı duruşunu sergilemişti.

        Sonuçta konu YSK’ya gelmiş ve 4’e karşı 7 oyla Mart seçimi Haziran’a ertelenmişti.

        Seçimin ertelenmesine karşı çıkan üyelerin arasında dönemin YSK Başkanı Sadi Güven de vardı.

        Güven bir süre önce emekliye ayrıldı, geriye kalan üç üyenin görev süresi ise bu yılın sonunda bitiyor; Ocak 2023’te iki Yargıtay, bir de Danıştay’dan yeni üye gelecek.

        Bu da YSK’nın yapısının tekrar şekillenmesi demek…

        Diğer Yazılar