Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yıllardır çöllerle ilgili ne bulabildiysem okudum, yüzlerce ve belki de binlerce fotoğrafa da baktım, hikayesi çöl mizanseninde geçen her filme takıntılıyım, çöle gidebildiğim takdirde estetik değeri ve kültürü açısından değerini gerçekten verebilecek kıvamdayım ama bunca yıldır bir gün çöle gittiğimde dinleyeceğim müziği seçmekte kararsızdım.

        CAZ VE ÇÖL

        Çölde tabiatın durgunluğu ve sessizliği içinde beklerken kulağımda bir caz parçası olacağına emindim. Uzun süre Miles Davis ile John Coltrane arasında kararsız kaldım. Davis’in 'Kind of Blue' parçası çölün havasına uygun geliyordu ama bu defa da kendimi sanki John Coltrane’e ihanet ediyormuş gibi hissediyordum. Ama kime ihanet ettiğime filan bakmadan çölde güneş batarken veya doğarken Miles Davis’ın TUTU albümünden bir parça dinleyeceğime emindim. O albümdeki parçaların insana verebildiği büyüklük duygusu çölde güneş batarken iyi gelecekti bana.

        İdeolojik açıdan ne kadar kıvama gelmiş de olsam çöl hakkında çalışmayı hiç bırakmadığımdan yıllar önce seyrettiğimde beni çok etkilemiş bir filmi tekrardan izlerken o ana kadar yapmış olduğum tüm çöl müziği tercihlerimden beni vazgeçtiren müziği dinledim.

        REKLAM

        Bunun hangi filmde olduğunu ve müziği kimin yaptığını biraz sonra anlatacağım ama ilk önce çöl çalışmalarım kapsamında seyretmiş olduğum bir başka filmi de size anlatmalıyım.

        NICOLAS ROEG

        Size anlatmak zorunda olduğum ilk filmin adı Walkabout ve yönetmeni Nicolas Roeg.

        Bir filmin yönetmeninin Roeg olduğunu duyunca baştan göreceğiniz hiçbir sahnenin basit, kolay sınıflandırılabilir olmayacağını ve sizi gerçek bir görüntü şöleni beklediğini bileceksiniz.

        Nitekim Walkabout filminde de Roeg yönetmenlik becerilerini bayağı konuşturmuş.

        Walkabout Avustralya’nın çorak vahşi tabiat bölgelerinde geçiyor.

        Bu tam bir çöl filmi değil ama görünen tabiatın çoraklığı ve sakin vahşiliği çölü andırıyor.

        Filmi adı Avustralya’nın aborjinlerinin bir geleneğinden geliyor. Aborojinler, çocukları belli bir yaşa gelince onları tek başına hayatta kalmayı öğrensinler diye vahşi tabiatın içine salarlarmış Walkabout da bu ritüelin adı. Vahşi tabiatın içinde ilkel koşullarda hayat sürdürmeye çalışan aborijinler çocukların ancak tabiatı öğrendikten sonra hayatta kalmayı başarabileceklerini düşünürlermiş.

        Beyaz bir baba ve genç kız ile daha küçük oğlan çocuktan ibaret bir aile arabayla vahşi tabiatı görmeye geliyorlar. Çocuklar biraz etrafta dolaşmaya çıktıklarında baba tam anlamıyla delirmeye başlıyor ve tüfeğini çıkarıp ilk önce çocuklarına ateş açtıktan sonra intihar da ediyor.

        Çocuklar vahşi tabiatta hayatta kalma mücadelesi vermek zorundadırlar. Bu arada vahşi tabiata neden vahşi denildiğini ortaya koyan öldürücü sürüngenler de ortaya çıkıyor ve yönetmen Roeg bunların hepsinden bir vahşi tabiat senfonisi gibi olan muhteşem görüntüler çıkarıyor ortaya.

        REKLAM

        Çocuklar kabilesinin ritüeli için orada bulunan genç aborjin ile karşılaşırlar ve o, onlara tabiat ile nasıl baş edeceklerini gösterir. Onların birlikte maceralarından Nicolas Roeg nerdeyse bir rüyaya benzeyen görüntülerle bize tabiat bizden manevi olarak üstündür mesajı veriyor. Ben de aynı fikirdeyim tabiat bizlerden manevi açıdan üstündür ve bu üstünlüğü en yoğun hissedebileceğimiz yer de çöllerdir.

        Bu aslında tadı tam alınabilmesi için sinemanın büyük perdesinde cinema scope seyredilecek bir film ama filmi nereden bulursanız bulun ve hangi araçtan isterseniz, bu cep telefonu da olabilir, mutlaka seyredin. Kaçırılmaması gereken bir vahşi şölen bu.

        PARİS, TEXAS

        Şimdi bana çölde dinlemek içindaha önce seçmiş olduğum bütün paçaları unutturan filme geldik. Bu da bir başka ustanın Wim Wenders’ın filmi.

        Wenders’ın bu muhteşem filmini yıllar önce seyrettiğimde filmin müziği eşliğinde gördüğüm çöl manzaraları karşısında nerdeyse nutkum tutulmuştu.

        Wenders da benim gibi çöllere tutkun bir insan. Bu filmi için çekim yapılabilecek mekanlar ararken Amerikan çöllerinde bayağı dolaşmış ve fotoğraflar çekmiş. Onun bu film çekim mizansenleri için yaptığı keşiflerde çekilen fotoğraflar 1986 yılında Paris’te Center Georges Pompidou’da sergilendi.

        Bu fotoğraflar 2000 yılında ‘Written in the West’ başlıklı kitapta toplandı. Bu kitabın yeniden basımı Written in the West, Revisited başlığıyla 2015 yılında yapıldı.

        Filmin insanın tüylerini ürperten müziğini slide gitarıyla Ry Cooder çalıyor.

        Slide gitarı teknik açıdan biraz anlatmak gerekiyor. Daha çok blues müzisyenlerinin tercih ettiği slide gitarda müzisyenin notalara bastığı sol elinde bir plastik veya metal parmağa takılan bir obje oluyor ve bu da gitarın teline değiyor. Blues’a uygun hüzünlü gitar sesleri en iyi bu şekilde çalarak ortaya çıkabiliyor.

        REKLAM

        Youtube'da da bulabileceğiniz Ry Cooder’ın, Paris, Texas filminin açılış müziği klibini izlerseniz bu muhteşem gitar eşliğinde çölde çekilen fotoğraflara bakarken insanın sublime diye teknik bir kavramla ifade edilen muhteşemlik ve yücelik duygusunu hissetmemesi mümkün değil. Bu müzik size sadece çölün nasıl bir yer olduğunu göstermekle kalmıyor sanki çöl havasını ve sessizliğini de size duyuruyor.

        Bana inanmıyorsanız klibi siz de izleyin ama bir defa değil havaya girmek için birkaç defa izleyin bu muhteşem müziğin eşliğindeki görüntüleri.

        Ry Cooder bu parçayı ortaya çıkarmak için kendisinin Blind Willie Johnson’un ‘Dark Was the Night, Cold Was the Floor’ parçasından esinlendiğini söylüyor.

        Artık çölde kesin dinleyeceğim müzik Ry Cooder’ın gitarı. Hem bir Blues ekolü bir parça seçmiş olduğumdan caza da ihanet etmiş gibi hissetmeyeceğim bu seçimimle.

        Diğer Yazılar