Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Aşık olduğumuz birisiyle geçen bir dakikanın varlığı hissedilmez ama bir zelzele anında geçen birkaç saniye bir asırdan fazla gelir insana. Mutluluk zamanı unutturur, felaket ise zamanı dağ yapar, yıkar insanın üstüne.

Hükmedemediğimiz tek şeydir zaman; Tanpınar’ın deyimiyle “insanın içinde ve dışında sessizce çalışır” durur.

Çalıştıkça bazen hızlanır, bazen yavaşlar. Sevmediğin bir işte kâbus olur çöker üzerine, altında kalırsın; çok beğendiğin bir kitap okurken, bir film seyrederken yel olup akar. Sevmediğin birisiyle konuşurken sakız olur yapışır karşındakinin suratına, uzun süreden beri görmediğin bir dost yanındayken tazı olur kaçar. Hasta yatağında azap olur yapışır canına, bir dost meclisinde şelale olup akar.

Sağı solu belli olmaz, merhameti yoktur zamanın. Hem sevdiğini getirir sana hem de onu alıp götürür senden. Hayatı cehenneme de cennete de çevirebilir. Hem her şeyin dermanı hem her şeyin katilidir zaman.

*

Saat bizi aldı, birtakım rakamlarla bağladı bizi zamana.

Zamanı kolumuzda taşıyoruz artık, duvara asıyoruz, masaya bırakıyoruz. Şimdilerde telefonumuza hapsetmişiz onu. Eskiden kum saati zamanlarında seyredebiliyorduk zamanı, şimdi “ne içindeyiz ne de dışında”. Saatlere ve zamana dair dünya edebiyatında benzeri olmayan bir roman yazmış olan Ahmet Hamdi Tanpınar şunları söyler kitabında:

“Saat bir vasıta, bir alettir. Tabii mühim bir alettir. Terakki saatin tekamülüyle başlar. İnsanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları zaman medeniyet en büyük adımını attı. Tabiattan koptu. Müstakil bir zamanı saymaya başladı. Fakat bu kadarı kâfi değil. Saat zamandır, bunu düşünmemiz lazım!”

Zamanı bölen bir aygıt ama. Kapitalizmin bir buluşudur saat. Karl Marks’ın nazariyesine de önemli bir yeri var, bu sistemi anlamaya çalışırken yanı başında hep saatin tik taklarını duymuş alim. Amele saatlerce fazla çalıştığı için patron daha fazla kazanır. Bu yüzden Paris Komünü sırasında ameleler önce şehrin sokaklarındaki saatlere hücum edip kırdılar. Avrupa’nın büyük şehirlerinin belirgin yerlerinde heybetli saat kulelerinin varlığı haybeden değildir 13. yüzyılda beri. Avrupa’da başlayan bu geleneğin bize sirayet etmesi ise üç asır sonradır. Tıpkı matbaa gibi saat da bize ürkütücü gelmiş önce. Sultan Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. yıldönümünde şehirlerimizde saat kuleleri inşa etme furyası başladı. Saat kuleleri bir şehirde aynı zamanda devletin varlığını da temsil eder. 1925 yılına kadar bu kulelerdeki saatler “ezan saatine” göre ayarlanıyordu.

Ahmet Haşim “Bize Göre” kitabında yer alan bir denemesinde bu saate “Müslüman Saati” adını verir. Haşim’e göre, Müslüman için günün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayeti akşamın ziyaları tayin eder.

“Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi. Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik ‘gün’ tanınmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı”.

“Müslüman” veya “ezan saatine” göre muvakkitlerin ayarladığı kulelerdeki bu saatler, 1925 yılında çıkartılan “Günün 24 Saate Taksimine Dair Kanun” ile “zevali saate” uyarlandılar. 1928 yılında çıkartılan “Uluslararası Rakamların Kullanılmasına Dair Kanun”la da kadranlarındaki Arap rakamları, Latin rakamlarıyla değiştirildi, kimi kadranlarda ise hem eski hem yeni rakamlar varlığını devam ettirdi.

Bu değişikliklerin “kanunla” tescilinden çok önce, 1920’lerin başında hayatımızdan yavaş yavaş çıkmaya başladı “Müslüman saati”… Bu “değişime” içi yanarak bakan Ahmet Haşim, sözünü ettiğim denemesini şöyle bitirir:

“Şimdi heyhat, eski ‘saat’le beraber akşam da fecir de bitti. Bir çoklarımız için fecir, artık gecedir ve bir çoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor. Artık geç uyanıyoruz. Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık. Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor.

Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz.”

*

Edip Cansever şiirini yazdı. Şimdi adımlar daha hızlı, gözlerimizde bir umut, “Saatlerimize bakıyoruz hiç yoktan/Çok uzaklara bakmaktır diyoruz, durmadan saate bakmak/ Yemyeşil bir su takılıyor akrebe, bir çavlan/Yüzü akide gibi parlayan bir gün takılıyor yelkovana”. Saatten arınmış bir zamana atar kendini şair:

“...salondaki büyük saati sattım

Saatin ölçebileceği

Herhangi bir zaman parçası yok

Gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim

Bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama

Ne gereği var ki saatin...”

Buna karşın Necip Fazıl da der ki:

Bakma saatine ikide birde!

Halin neyse saat onun saati.

Saat tutamaz ki, ölü kabirde;

Zamana eşyada gör itaati!

Ona göre “işvebazdır” zaman, “kaçak bir hayalet”… Eskiyen her şeyin boynuna atar kemendi. “Ne pişmanlık tanır, ne af, ne mühlet;/Ancak fatihinin girer koynuna./Niyeti gizli fettan/Köle biçimli sultan...”

*

Anton Çehov’un, Nazım Hikmet’in Orhan Selim müstearıyla çevirdiği ve 5 Ağustos 1935’te Tan Gazetesinde yayınlanan “Saat” adlı küçük bir hikayesi var. Usta o hikayesinde “Yeryüzünde ne kadar çok ne kadar çeşit çeşit saat vardır: Cep saati, kol saati, duvar saati, kule saati, dik duran saat, sallanan saat” diyerek başlar saatleri anlatmaya. Ama o asıl, bozulan saatleri tamir eden saatçiyi düşünür, onu anlatır bize. Onun nasıl yaşadığını. Ona göre saatçi “Kendi kendine benzer bir varlıktır. Saatçi, uzun dillerini sağa sola sallayıp durmaksızın gevezelik eden bir yığın duvar saati arasında yaşar. Vaktin apriori anlamına aldırmayan bu duvar saatlerinin birisi üçü gösterirken, öbürü beşi, daha öbürü on ikiyi gösterir. Dört bir yanı böyle kuyruklu bir yalanla çevrilmiş olan saatçi de eninde sonunda, yalancı olur”.

Sizin tek derdiniz bozulan saatinizin doğru zamanı göstermesi, onun tek derdiyse sizi biraz daha oyalayarak tamir işini uzatmaktır. Sonunda saatçinin dediği olur.

“Saatin doğru gitmesi gerektir, ama hayat doğru gitmiş, gitmemiş, o başka mesele.”

Hikaye şöyle biter:

“Ama ne olursa olsun, siz yine saatinize dikkat edin ne bir çeyrek geri kalsın, ne bir çeyrek ileri gitsin. Doğru giden saatin zevki başkadır. Onun doğru işlediğini, bir konuşmadan sonra gelen sessizlikte duyarsınız. Gözleriniz baygın, sevgilinizin elini öperken, bileğinden size onun sesi gelir. Ve en sonra, nefesinizi verirken, doktor kolunuzu tutup da nabzınızın atışını yakalamaya çalıştığı vakit, elindeki cep saatinin işleyişini duyacaksınız.Doğuşunuz ve ölüşünüz saatle bildirilir. Onun için saatiniz doğru gitmeli”.

*

Ahmet Hamdi Tanpınar muhteşem romanı “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün girişinde, “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur” diye çok hikmetli bir laf eder. Bu cümleyi okuduktan sonra nasıl bir anlatıyla karşı karşı olduğunuzu anlar, kendinizi ona göre romana “ayarlarsınız”. (Romanın kahramanlarından birisinin adı Halit Ayarcı’dır. Halit Ayarcı, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kurucusu, ileri görüşlü bir icraat adamıdır. Eminönü ve Karaköy’de ayarları birbirini tutmayan iki saatin varlığını fark eder ve meşhur enstitüyü kurar. Hayata farklı bakar, en çok “Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar?” gibi sözleri karakterini ortaya çıkarır.)

Tanpınar’a göre “ayar, saniyenin peşinde koşmaktır”.

*

Batı’dan Doğu’ya doğru gittikçe insanın “saat” ve “zamanla” ilişkisi değişmeye başlar.

Batıda saat zamanı gösteren bir alet, Doğu’da koldaki bir aksesuardır… Batı sıkıştırılmış, Doğu geniş bir zamanı yaşar...

Herhangi bir Anadolu köyünde bir yolun uzaklığını sorarsanız eğer ilk karşınıza çıkan köylüye, zaman konusunda ne kadar “ketum” davrandığını göreceksiniz. Yolunuz düşerse oralara, siz siz olun, tarif ettiği zaman neyse, onun üstüne iki kat koyun, öyle çıkın yola...

*

Zaten kudretli romancı Tanpınar da kitabında aslında bu ezeli meselemize el atar. Doğu ile Batı arasındaki sıkışıklığımızı, modernleşme sürecini algılama biçimimizi saatler ve zaman üzerinden hicvederek anlatır bize. Saat ve insan, saat ve İslam, saat ve yaşadığımız bütün dünya...

Zaman, büyük romancıyı en çok uğraştırmış olan kavramdır.

Ona göre medeniyetin tabiattan koparak bağımsız bir zamanı saymaya başlaması saatin icadıyla mümkün hale geldi.

Yani aslında üstat, “sahibinin en mahrem dostu olan, bileğinde nabzının atışına arkadaşlık eden, göğsünün üstünde bütün heyecanlarını paylaşan, hülasa onun hararetiyle ısınan ve onun uzviyetini benimseyen yahut masasının üstünde, gün dediğimiz bütünü onunla beraber bütün olup bitişiyle yaşayan saat” denilen alet, bize saatin kaç olduğunu söylüyor söylemesine de, ya zamanı? Zamanı gösteren bir alet var mı?

O yüzden saate baktığımızda, her zaman ya erken ya da geç bir zamanı gösterir ve hayatımızı ya rehavet içinde ya da acele yaşamamıza sebep olur.

*

Ölümünden sonra ülkemizde yayınlanan son kitabı olan “Doğu Avrupa’da Yolculuk” adlı gezi kitabında Gabriel Garcia Marquez, tam da anlattığım meseleye değen çok hoş bir saat hikâyesi anlatır bize.

1950’li yıllarda iki arkadaşıyla “demirperde” ülkelerini kapsayan üç aylık gezi sırasında yolu Prag’a düşer büyük romancının. Sosyalist ülkeler arasında “Avrupalı hayattan” vazgeçmeyen tek ülkenin Çekoslovakya olduğunu söyler. Bunun sağlamasını yapmak için de arkadaşıyla birlikte saatleriyle oynarlar. İkisi de saatlerini iki saat ileri alır ve metroya binerler. Kolunda pırıl pırıl parlayan, altın kaplamalı saati çok uzaktan kendisini belli ediyor. Yanındaki yolculardan birisinin gözü Marquez’in saatine ilişir, saat 2’yi gösteriyor. Döner kendi saatine bakar, saat 12’dir. Adam panik içinde başka bir saat aranırken, Marquez’in arkadaşının kolundaki saate gözü ilişir, o da 2’yi gösteriyor. Yolcu panikler, hemen o sırada duran trenden iner ve koşmaya başlar.

Aynı saat oyununu bu kez Moskova’da oynarlar. Yine saatlerini iki saat ileri alırlar. Ama bu kez hiçbir Rus saatin kaç olduğuyla ilgilenmez. O yıllarda Moskova’da herkesin kolunda saat yok, iyi bir saate sahip olmak kolay değil... Marquez’in altın kaplamalı saati saatsiz kolların içinde bas bas bağırıyor. Ama hiçbir Rus saatin hangi zamanı gösterdiğine bakmaz. Varsa yoksa, kolunda bu kadar güzel ve pahalı bir saati taşıyan adamın kim olduğuyla ilgilenirler.

Saat Avrupa’da zamanı, Doğu’da statüyü gösterir. Yoksa pahalı saatler ile ucuz saatler farklı zamanı göstermez.

Elias Canetti, “İnsanın Taşrası” adlı hatıratında, “Saatler zarifleştikçe zaman daha tehlikeli oluyor” der.

*

Ece Ayhan’ın “vasiyeti” tek dizedir:

“Vasiyetimdir, her şeyimi zamana bırakıyorum”

Zamana kafan tutan, ona karşı direnen tek şeyin sanat olduğunu biliyor çünkü.

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar