Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

İbrahim Kalın’ın “Heidegger’in Kulübesine Yolculuk” kitabını; dışarda durmadan kar yağarken, gecenin bir hayli geç bir saatinde, “kendi kulübemizi inşa etmek için gerekli malzemeleri” sayıp döktüğü son sayfalarını da okuyup kapattıktan sonra; bir süre pencereden yağan karı seyrettim, sonra döndüm, masanın üstünde açık duran not defterime şunları yazdım:

İslam ve mukayeseli felsefe alanında ihtisas yapmış bir Türk aliminin, “felsefe yapılamaz” dedikleri Türkçeyle böylesine sıkı örülmüş, derinliği olan bir felsefi metin yazmış olması mı şaşırtıcı; yoksa böyle bir metin yazacak müktesebata sahip birisinin, çok değil Hakan Fidan dönemine kadar neredeyse tek işi alim ve entelektüel kovalamak olan, yazı yazanlara düşmanlık yapan, Cumhuriyet tarihi boyunca çok kıymetli birçok insana hayatı dar etmiş bir kurumun, Milli İstihbarat Teşkilatı’nın Başkanı olması mı şaşırtıcı?

Kendi kendime sorduğum soruyu birkaç kez tekrarladım ve şu kanıya vardım.

Sanırım ikisi de eşit derecede şaşırtıcıdır!

*

“Türkçe, bir felsefe dili değildir; çünkü ‘at, vur, kır, dök, sök, tak, koş, çık, kal, ver, ye, iç, sus, gör, sev, kes, bin, çök, çöz,’ gibi hep kesin emir ihtiva eden, tek heceli kelimelerden müteşekkil bir bozkır diliyle felsefenin soyut alanında gezinmek, Kalın’ın deyimiyle ‘Varlık’ın evinin yeni odalarını, kapılarını, pencerelerini, balkonunu, verandasını, çatı katını ve diğer kısımlarını’ keşfetmek bir hayli zordur, bu dilde ancak halk şairleri şiir yazar, bu yüzden bizde hiç filozof yetişmemiştir” diyenlere inat; İbrahim Kalın, Türkçeyle bırakın felsefeyi, felsefenin şiirinin de yazılabileceğini gösteriyor bu kitabıyla.

Eğer Osmanlı, tek heceli, askere emreder gibi emreden bir bozkır dili olan Türkçeyi alıp Arapça ve Farsçanın “ve”, “ile” “ki” bağlaçlarıyla kelimeleri birbirlerine bağlayıp Arapça ve Farsça türetme kurallarını uygulayarak yeni kelimelerin türetilmesini sağlayıp onu bir medeniyet dili haline getirmemiş olsaydı ne Orhan Pamuk Nobel alır ne de Kalın bugün böylesi bir felsefi metni yazabilirdi. Bu durumu Murat Belge bir yazsında şahane bir örnekle şöyle açıklar:

“Ziya Gökalp bir idealistti, ‘Ben idealistim’ diyemiyordu, çünkü kelimesi yoktu. ‘İdea’ demek, ‘fikir’ demek; aldı ‘fikir’ kökünü, Arapça türetme kurallarını uygulayarak ‘mefkûre’ diye kelime yarattı.

Sosyologdu, ama ‘Ben sosyologum’ diyecek kelime yoktu; onun için ‘cemiyet’ kökünden gelen ‘ictima’yı aldı, ‘içtimaiyat’ yaptı.

Sosyologdu, ‘concept’ kavramını kullanmadan sosyoloji yapmanın imkânı yok; ama kelime de yok. ‘Fehm’den yola çıkıp ‘mefhum’u türetti.” (T24, 27 Aralık 2014)

Tamam, Osmanlı Türkçeden bir medeniyet dili, şehir dili yarattı amenna ama ne yazık ki yarattığı bu dilden felsefe yapma alanını açamadı, bu imkan bir türlü kimsenin eline geçmedi. Eğer bu dille; “düşünme” demek olan “felsefe” yapılmış olsaydı, düşünmenin sadece “kukumav kuşu”nun işi olduğu söylenmeseydi, öteden beri, belki de başka hiçbir dilde olmayan “düşün düşün …tur işin” gibi bir atasözü yüzyıllar boyunca müstesna bir söz olarak dilimize pelesenk olup bugüne gelmezdi. Eğer, uzun imparatorluk yılları boyunca yetiştirilen cengaverler kadar birkaç filozof da çıksaydı aramızdan, Ziya Gökalp gibilerine bu kadar iş düşmez, “mefhum”un yerine “kavram”ı bulmak için bu kadar kafa göz yarmazdık. Türkçe; Halit Ziya’nın, Yakup Kadri’nin, Ahmet Hamdi’nin, Yaşar Kemal’in, Kemal Tahir’in, Orhan Pamuk’un ve gelmiş geçmiş bütün büyük romancıların hakkını kolay kolay ödeyemez ama iş bitmiş değil. İbrahim Kalın şunları yazıyor:

“Türkçenin sadece bir bilim, felsefe yahut edebiyat dili olarak değil, Varlık’ın hakikatini ifade edecek bir dil olarak da yeniden keşfedilmesi, işlenmesi ve derinleştirilmesi gerekiyor. Yüzyıllar boyunca hem Ural-Altay hem de Hint-Avrupa dil aileleriyle etkileşerek büyük bir birikime sahip olan Türkçemizin imkân ve kabiliyetlerinin geliştirilmesi sadece dilsel açıdan değil, aynı zamanda ontolojik ve felsefi açıdan da bize yeni kapılar açacak ve Varlık’ın hakikatini, ışığını, renklerini, dokusunu, katmanlarını, patikalarını ve tınılarını farklı düzlemlerde kavrama ve ifade etme imkânı sunacaktır. Ben Türkçemizin bu imkana sahip olduğuna inanıyorum. Wittgenstein’ın ‘Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır,’ sözü mucibince dilimin ufkunu ne kadar geniş tutabilirsem dünyanın ufku da o kadar açık ve engin hale gelir. Dilin ve düşüncenin ufkunu mümkün kılan da Varlık’ın ufkudur. Kendi ufkumu Varlık’ın ufkuna yaklaştırdığım oranda Varlık kendisini bana konuştuğum dil üzerinden açmaya başlar.” (s.158)

*

İbrahim Kalın’ı; çalıştığı Ankara’dan alıp Almanya’nın Baden-Württemberg eyaletinin, Freiburg şehrine otuz kilometre mesafede bulunan Todtnauberg köyünde, Kara Orman’ın kenarına kurulmuş, altıya yedi metre, kırk iki metrekare büyüklüğündeki “Heidegger’in Kulübesine Yolculuk”a çıkaran şeydi sözünü ettiği Varlık. Alman filozof Martin Heidegger’e göre Batı düşüncesi, Antik Yunan’dan beri “Varlık sorusunu unutmuş”, onun yerine “bilgi, bilim, özne, nesne, cevher, dünya” gibi kavramları koymuş, sanki sanal bir alemde, modernitenin yarattığı, “çevre, kitle imha silahları, iklim krizi” gibi belalarla baş başa kalarak “Varlık meselesini” hepten unutmuştu. Filozof 1920’lerin başında bu kulübede, tabiatın koynunda, asırlar boyunca gelmiş geçmiş bütün soruların efendisi olan “Varlık nedir?” sorusunu sordu ve Kalın’ın demesiyle “Varlık da insana benzer, onu koruyup kollar, ona sahip çıkar, onun çobanı olursan varlık sana alan açar. Tahakküm, tasallut ve istismar yoluna gidersen varlık yokluğa, anlam hiçliğe, hakikat yanılgıya dönüşür. Sahici düşünce, insanın varlığın çobanı olmayı kabul ettiği yerde kök salmaya başlar,” diyerek kolları sıvadı ve yirmince asrın en önemli eserini “Varlık ve Zamanı”ı yazmaya başladı.

*

İbrahim Kalın, “Heidegger’in Kulübesine” giden ilk yolcu değil. Bu kulübeye; fenomenoloji ve hermenötik geleneğinin önemli figürleri, 20. Asır Alman felsefesinin en etkili filozofları Edmund Husserl, Hans-Georg Gadamer, Karl Löwith’in geldiğini; feylesofun ormanın içinde, suyun başında, köyün yamacında Kadim Yunan’ın feylesofları Heraklit’le, Parmenides’le, Pythagoras’la, Eflatun ve Aristo’yla sık sık buluştuğunu,, onlarla yürüdüğünü, hasbihal ettiğini, birçok meseleyi münakaşa ettiğini, onlara bir şeyler söylediğini, onların söylediklerine kulak verdiğini biliyor ama sözü paranteze alarak “Hannah Arendt’in kulübeye gelip gelmediğini bilmiyoruz” diyor. İlk defa kitabın 12. sayfasında karşımıza çıkıyor Hannah Arendt adı, daha sonra da 106 ve 107. sayfalarında, o kadar…

Sonradan, Heidegger’in 1931-1970 yılları arasında “Kara Defterler” adını verdiği birtakım defterler tuttuğu, ölümünden sonra yayınlanan bu defterlerde, daha önce kendi milleti Almanlar için “seçilmiş millet” demekle kalmadığı, hızla batmakta olan Batı gemisini ancak Almanların kurtarabileceğini, böylece “felsefi ulusalcılığın” zirvelerinde gezinerek, “Varlık’ın kendini otantik olarak ancak Alman milleti üzerinden gerçekleştirebileceğini” söylediğini görünce; kendisi bir Yahudi olan, bir zamanlar öğrencisiyken onunla “yasak” bir aşk yaşamış Hannah Arrendt’in, bu “zirve” meselesini hafifçe alaya alarak “zırva” olarak nitelendirdiğini yazıyor Kalın. Savaştan sonra, Heidegger Nazi kiriyle üstü başı berbat olmuş bir haldeyken; 1949 yılında bir dostuna yazdığı mektupta Arendt, filozofa ağır yüklenerek, onun tekrar Todtnauberg’deki kulübesine “çekilmesini”, bir “fare deliğine” sığınmak olarak nitelendirir. Filozofun yakın tarihi pek kirlidir; soykırıma, antisemitizme, Nasyonal Sosyalizme bulaşmış, Hitleri yüceltmiş, bu çapta bir filozof; tıpkı bizde oluğu gibi, aralarında yüzlerce generalin de bulunduğu aklı başında görünen bir sürü insanın sümüklü bir vaizde gördükleri kerametin benzerini Hitler denilen o manyak onbaşıda görmüş ama buna rağmen kendini hesap sormanın üstünde addedip Kara Orman’daki kulübesine çekilmiştir.Kalın’a göre Arendt, onu bu kadar acımasız ve sert eleştirmekle haklıdır. Bir zamanlar Hocasına duyduğu o yakıcı aşktan dolayı hayal kırıklığı yaşamıştır. Bu yüzden, kulübeyi ziyaret eden ünlü simaların arasında Hannah Arendt girmemiştir.

*

Hannah Arendt, Immanuel Kant'ın memleketi Königsberg'de asimile olmuş bir Alman Yahudi topluluğunda büyüdü. Onu 18 yaşında Marburg Üniversitesi'nde okumaya götüren, dindar bir Katolik ailenin çocuğu, aynı üniversitede ders veren, felsefe semalarında o sırada bir yıldız gibi parlayan genç profesör Martin Heidegger’di. Efsanesi almış yürümüştü hocanın, her mahfilde ondan bahsediliyor, “bir hoca var, düşünmeyi beceremeyen eşeklere bile anıda düşünmeyi öğretiyordu.” Ağzının tadını bilenlerin lokanta değil ustayı takip etmeleri gibi, o da okulu değil hocayı takip edip buraya geldi. Yanılmamıştı, isabetli bir tercih yapmıştı. Harp sonrasında, radikal alternatifler için yanıp tutuşan âsi gençliğin ruhuna merhem gibi geliyordu hoca. Işığı arayan pervaneler gibi Arendt’e benzeyen bir yığın genç etrafına üşüşmüştü.

Aşkları, ilk görüşte aşk gibi başladı. Daha ilk dersten sonra hoca talebeyi odasına davet etti, o da gitti. Talebe bir içim suydu, Hoca kur yaptı ona, talebe “ne münasebet” demedi. Hoca evliydi, iki çocuk babasıydı; talebe 18 yaşındaydı, 35 yaşındaki Hoca, talebe için ihtiyar sayılırdı. Ufak tefekti hoca, ince yapılıydı, özel dikim kıyafet içindeydi, dışarıda uzun bir palto giyiyor, yumuşak bir sesle konuşuyor, ders anlatırken bakışlarını talebelerin üzerinde gezdirmek yerine pencereden dışarıya bakıyor, özgüveni tavan, felsefi bilgisi ummandı. Ders anlatırken Antik kaynaklara uzanıyor, modern Avrupa felsefesini kategorik olarak ret ediyor, insan varoluşunun temel meselelerine kökten, radikal yeni bir izahat getiriyordu. Talebelerine göre o, bir yarısı bilim adamı, öteki yarısı bir vaiz, hatta bir peygamberdi... Ona duyulan hayranlık, tarzından kaynaklanıyordu. Derslerini dinlemek dağa tırmanmak gibiyi, yükseldikçe insanın nefesi kesiliyor ama baktıkça önündeki manzara genişliyordu. Kendi sahasının tek diktatörüymüş gibi er meydanına tığ teber şah-ı merdan çıkmış bir savaşçı gibiydi.

“Yasadışı aşkları”nı sadece ikisi bildi. İki aşık aralarında özel şifreler geliştirdiler. Kimi zaman bir odada yanıp sönen bir ışık, kimi zaman gizli bir mektup, pusulalar, farkı mekanlarda gizlice buluşmak derken ne hocanın aldatılan karısı ne de talebenin en yakın arkadaşlarının haberi oldu bu ilişkiden. Arendt aradığı mürşidi bulmuştu, “metresi” olmayı kabul etti ve onun koyduğu bütün gizlilik kurallarına harfiyen riayet etti. Fakat kısa süre zarfında bu ağır yükü daha fazla taşıyamayacağını anladı. İki seneden beri yaşadığı aşka rağmen 1926 baharında ilişkiyi bitirdi. Yeni bir tez hazırlamak üzere Heidelberg’e taşındı. Birbirinden ayrılmışlardı ama aşkları, “mektup aşkına” dönüştü. İkisinin birbirlerine yazdığı mektuplar Türkçe dahil, dünyanın belli başlı dillerine çevrilmiş olan bir kitapta toplandı.

Heidegger, Arendt’e mektuplarından şöyle şeyler yazdı:

“Keşke seninle gecelerin içinde yürüyebilsem.”

*

“Gölgeler sadece güneşin olduğu yerdedir. Bu da senin ruhunun temelidir. Sen varlığının tam merkezinden bana yaklaştın ve hayatımda daima etkileyici güç oldun.”

*

“Aşk, beklemek ve korumakla görevlendirilmiş olmasaydı hâlâ ruhta kendisiyle birlikte yükselen o büyük inanç olur muydu? Sevgiliyi bekleyebilmek, muhteşem olan budur. Çünkü bu bekleyiş sayesinde sevgili ‘şu an’dır.”

*

“Dünya bundan böyle ne senindir ne de benim. Bilakis, o bizim oldu artık.”

*

“Uzaklarda olduğun zamanlarda sık sık şiir okudum ve hayatın benim için şimdiki zamana dönüştü.”

*

“Gelecekten memnun olabilen aşk kök salmış demektir.”

*

“Beni huzurunda muhafaza et.”

*

“Sana olan aşkımı kaybedersem, yaşama hakkımı kaybetmiş olurum.”

*

“Sevgili Hannah! Sen gittikten sonra geriye odamda durgun bir gün ışığı kaldı.”

*

Hanna Arendt de yazdığı mektuplarda hocasından geri kalmadı. Ona dedi ki:

“İlkbaharın kalbini kırdıklarına sonbahar yeniden şifa oluyor.”

*

“Başlangıç aynı zamanda bir Tanrı’dır ve insanlar arasında gezindiği sürece her şeyi kurtarır.”

*

“Heidegger diyor ki: Düşünme, uzaklığa yakınlaşmaktır.”

*

“Birbirimizi tekrar görürsek artık hiçbir şeyi özlemeyeceksin.”

*

Heidegger’ın “Varlık ve Zaman” kitabı 1927 yılında piyasaya çıktı. Felsefe aleminin ortasına adeta bir meteor düşmüştü. Hocası talebesine bir mektup yazdı. “Bu kitap senin sayende yazıldı, senin verdiğin ilham olmasaydı yazamazdım” dedi. Artık Hoca Malburg üniversitesinde ders veren bir felsefe hocası değil, Avrupa semalarında parlayan bir yıldızdı. Hemen Berlin’e gitmedi, memleketi Freiburg’ta kaldı ve Nasyonal Sosyalistlerin Alman Cumhuriyeti’ni temelden yıkmak için giriştikleri faaliyetleri taşradan seyretti. Kısa süre zarfında Hitler iktidara gelince taşrayı bırakıp büyükşehre gitti, üniversiteye rektör oldu, yetinmedi herkesi şaşırtan bir kararla Nazi Partisi’ne üye oldu. Rektör olması hasebiyle yaptığı konuşmada Führer’in sadık bir destekçisi olduğunu dünyaya ilan etti. “Varlık ve Zaman”la felsefede devrim yapmış Heidegger, şimdi Nazilerin ontolojik teorisyenidir. Çok sonra düştüğü bu durumu anlatırken “kandırıldığını” söyledi, “gaza” gelmişti, faşist rejimin gerçek doğasını keşfettikten sonra geri çekilmişti. Ama olan olmuştu.

*

O zamana kadar soy sop işleriyle pek ilgilenmemiş, “halkları değil dostlarını sevdiğini” söylemiş, dolayısıyla kendini Yahudi olarak görmemiş Hannah Arendt, aniden koluna “sarı yıldız” takılınca Yahudi olduğunu öğrendi. O zamana kadar şiddet, totalitarizm, iktidar ve sorumluluk meselesi üzerine çalışmış, “Totaliter örgütlerin üst yönetiminde herkes şefin yalan söylediğini bilir. Ama şef kaybederse hepsi kaybedeceğinden susarlar. İlke, şefin yanılmazlığı değil yenilmezliğidir; buna olan inanç biterse totalitarizmin hayal dünyası bir anda çökecek ve gerçek kazanacaktır,” gibi görüşler ileri sürmüştü.

Nazilere göre o bir Yahudi’ydi ve Yahudilerin talebelere ders vermesi yasaktı. Büyük aşkı Heidegger’in onun için yapabileceği hiçbir şey yoktu, onu korumak için girişimde bulunup bulunmadığı da bilinmiyor. Memleketi dar gelmeye başladı, yakalanıp bir Nazi kampını boylamadan, kocasıyla birlikte Paris’e kaçtı. Orası da Nazilerin eline geçti, kocasıyla birlikte yakalanıp bir kampa hapsedildi, bir yolunu bulup oradan da kaçıp Amerika’ya gitti.

Hitler savaşta yenilip bir fare deliğinde kafasına kurşun sıkınca Martin Heidegger gibi bir sürü insan cıscıbıldak ortada kaldı. Üniversite kapıları yüzüne kapandı. O zamana kadar çeşitli Yahudi örgütlerinde çalışmış olan Hannah ise 1950 yılında hâlâ unutamadığı büyük aşkına destek olmak için 17 sene sonra Almanya’nın yolunu tuttu. Bir otel odasında buluştular. Heidegger, “itibarını kurtarmasını” istedi Arendt’ten. Hannah, “sen niye Nazilere yardım ettin?” diye sormadı. Yine de Heidegger savunmaya geçti. İhanetini önemsiz göstermeye çalıştı. O özünde bir muhalifti, kısa bir süre için “kandırılmıştı” o kadar. Hiçbir itiraf, pişmanlık veya vicdan azabı ifadesi çıkmadı ağzından. Bir tarafta, ahlaki zaafını açığa düşüren büyük bir düşünür vardı; diğer tarafta, ise en basit ve en derin insanlık haliyle bu zavallı adama suçlu gibi bakmaya kıyamayan, ona hayatı boyunca sadık kalmış sarsılmaz cesareti ve insani büyüklüğü herkesi şaşırtan güçlü bir kadın vardı.

Arendt, Heidegger’e yardım etmeye karar verdi ve kendi akademik itibarını kullanarak onun itibarını yeniden kazanmasına yardımcı oldu.

O aşka inanmıştı. Ona göre “Aşk doğası gereği saftır, ulvidir, ruhanidir ve salt bu nedenden dolayıdır ki, sadece apolitik değil, tüm politika karşıtı insani dürtülerin en güçlüsüdür.”

Aşkları yeniden alevlendi. Hannah Arendt’in namı 1961 yılında Nazi kasabı Eichmann’ın Arjantin’de yakalanıp İsrail’de mahkeme huzuruna çıktıktan sonra bütün dünyada daha çok duyuldu. Bir gazeteci olarak takip etmişti duruşmayı, süklüm püklüm basit adamı gördükten sonra meşhur “Kötülüğün Sıradanlığı” makalesini yazdı. Çok kişiyi çileden çıkaran nesnel bir tutum aldı. Ona göre Eichmann “yasalara bağlı bir vatandaş olarak görevini yapmış”, sadece emirlere değil yasalara da uymuştu. Bu yüzden “Eichmann ‘kötü’nün kendisi değil, sadece, düşünmeyi bilmeyen, yaptığının bilincinde olmayan ve emirlere uyan, sıradan bir memurdu. Onu, kötü'nün kendisi olarak suçlamak yanlıştı.” Yazdıkları Yahudilerin çok hoşuna gitmedi. Saldıranlar oldu, özel hayatı didik edildi. O ise fikirlerinden hiç vazgeçmedi. Üstüne üstlük Avrupa’da bulunduğu süre zarfında Heidegger ile hep görüştü, uzaktayken de mektup yazdı. Hannah 1975’te öldü. Heidegger de ondan altı ay sonra öldü. Şu söz Hannah Arendt’indir:

“Bu dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir dünya bırakmak iyi bir insan olmuş olmaktan daha önemli olacaktır.”

*

Heidegger ile Arendt’in, felsefenin diliyle saklayıp zamanın acımasız sessizliğine emanet ettikleri aşkları; düşünmenin doruklarında başlayıp tarihin ve vicdanın ağırlığı altında ezilerek suskunluğa gömülen tutkulu ama her tarafından kan sızan, yaralı bir aşkı; akılda birbirlerini bulmuş ama hayatta çoktan kaybetmişlerdi.

*

İbrahim Kalın’ın kitabından fırlayan şu cümle, bu yazının da finali olsun o halde:

“Derin ve gerçek düşünce aklın ibadetidir.”

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar