Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Evet, 10 puan veriyorum. Yıldızlı olarak! Fransa’daki Ermeni soykırımına dair yıllar sonra yeniden açılan tartışmayı bu denli başarılı bir iç politika malzemesi yapan hükümete benden 10 puan. Egemen Bağış’ın “kapaklı diplomatik söylemine” ise en büyüğünden bir jüri özel ödülü gerekir, uzun bir ödül gerekçesi ile elbette.

        Böylece ne grevlermiş, ne içeride çürütülen çocuklarımız Necati Henden ya da Cihan Kırmızıgül’- müş, savcının talebine rağmen tutuklanmayan Özel Harekâtçılarmış, İbrahim Şahin’miş, Suriye meselesiymiş bunlar berhava oldu gitti. Hrant’ın katilleri bulunmasın diye kayıtları zamanaşımına uğratmaktan soruşturmaları engellemeye kadar her türlü rehaveti gösteren memleketimiz, sıra Fransa’da alınan karara gelince son derece çevik davrandı. Ben buna “Siyasette Somali Manevrası” demek isterim. Suriye’yle savaşa girmemize on beş dakika kala gündemin Somali’ye döndürülmesindeki başarı bu hikâyede de gösterildi nitekim. Bundan böyle benzer manevraları Somali’yle anabiliriz bence. Üstelik bu seferki “Somali Manevrası” öncekine göre çok daha verimli olacak. Çünkü bir-iki ay daha gündem istenildiği anda Fransa ve Ermeni meselesine döndürülebilir. Zira senato karar alacak, şu olacak bu olacak, yeme de yanında yat bir durum.

        26 ARALIK RANDEVULARI

        Pazartesi günü iki önemli duruşma var. Hrant’ın 24’üncü duruşması sabah 10.00’da Beşiktaş Adliyesi’nde. “Öldür diyenler yargılansın” diyecek, orada toplananlar. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de yargılandığı Odatv davası ise Çağlayan Adliyesi’nde 12.30’da. İki yere birden yetişmek, iki mahkeme kapısını da boş bırakmamak gerekiyor. Artık hayatımız bu, biliyorsunuz: Mahkeme kapılarında üşümek!

        Mahkeme kapılarında bağırmak! Mahkeme kapılarında saf tutmak! Biz böyle o kapıdan bu kapıya koşuştururken kimin umurundayız? Ya da Egemen Bağış’ın söylemiyle sorarsak kimseye kapak olabiliyor muyuz?

        OTOBANLARIN ALTINDAKİ TÜRKİYE

        İstanbul’daki otobanlardan geçerken hep aynı şey takılıyor kafama. “Ne çok ev var!” Ne kalabalık otobanların etrafı. Her gün evlerinden buzdolabının taksiti için, çocuklarının kayıt parası için, kooperatife peşinatı ödemek için çıkıyorlar insanlar. Haberlerde Türkiye’nin ekonomik büyüme rakamlarını dinliyorlar, o büyümeden pay alacaklarına tam bir inançla çıkıyorlar evlerinden. Güya Ermeni meselesi yüzünden gözlerine uyku girmeyen vekillerin bir azimle yükselttikleri maaşlarını dinliyorlar ertesi akşam, bozmuyorlar morallerini, devam ediyorlar koşuşturmaya. Sonra grev oluyor mesela. Bazısı grev kırıcı oluyor, daha da büyük bir açlık karşılığında çalışmak için. Kimisi greve katılıyor, daha da büyük bir açlık korkusuyla. Genç kızlar Facebook’ta koca arıyor, onları bıçaklamayacak makul bir adam. Yoksul yaşlı kadınlar bir dini cemaatin yapılacağı mercimek yardımının takvimini tutuyor ölmeye yakın, kömür yardımını soruyorlar birbirlerine. Böylece bir hayat geçiyor, hayatta kalmaya çalışarak sadece. Ahmet o sırada Silivri’de mesela. Nedim öyle. Bütün gazeteci meslektaşlarımız özgürlük denen şey yüzünden, düşünce belasına oralarda kalıyorlar. Mercimek kadar, bir tas kömür kadar girebiliyorlar mı o insanların hayatlarına?

        HAYSİYET MESELESİ!

        Ama sonra Başbakan bağırıyor: “Sarkozy dedesine sorsun soykırımı!” Aniden yakalıyor onları bu soykırım lafı. Vay! Bak sen şu Fransız’a, gururumuza, haysiyetimize laf mı ediyor! Hemen kanlarına dokunuyor bu sorun. Sonra malum Bağış başlıyor kapaklı filan. Gelsin bayraklar, gitsin protestolar, bayrak yakmalar falan filan. Cihan Kırmızıgül’ün bir kefiye yüzünden aylarca hapiste olması, binlerce öğrencinin oralarda soğukta çürümesi dertleri olamıyor. Halkevleri gibi sadece yoksulların dayanışması için kurulmuş bir örgütün yok edilmesi, yani düpedüz kendilerinin hedef alınması meseleleri olamıyor. Öğrenci Kolektifleri gibi masum bir öğrenci örgütünün, yoksul çocukların kurduğu bu örgütün derdest edilmesi için gösterilen vahşi azim konuları olamıyor. Demem o ki... Mahkeme kapılarında işimiz biraz hafifleyince bu otobanların altına inmek gerekiyor. Dip köşe konuşmak gerekiyor. Subcomandante Marcos’un vaktiyle yazdığı gibi onlara konuşma yapmak değil, onları dinlemek gerekiyor. Dinlediklerimizden bir konuşma dili, bir yazı dili üretmek... Yoksa kepçeyle toplamaya devam edecekler gazetecileri, çocukları...

        Diğer Yazılar