Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Türkiye’de orta öğretim ders kitaplarında, hatta yüksek öğretime yönelik kitaplarda, aile adeta klişeleşmiş bir şekilde tanımlanmaktadır. Bütün kitaplar, sanki birbirlerinin ağzından laf almış gibi, beş aşağı beş yukarı, şuna benzer bir tanım yapmaktadırlar:”Aile, insanlığın temel kurumudur. Bir kozadır adeta ve hep varolmuştur. Yani insanlık tarihi aileyle başlar. Bu bakımdan aile, hem tabii, hem ilahi, hem hukuki, hem de ahlâki bir kurumdur”. Hemen hemen bütün ders kitaplarında yer alan bu ve benzer tanımlara göre, insanlar önce aileler halinde yaşıyorlardı, sonra birleşerek klan, aşiret, ulus vb gibi daha büyük topluluklar oluşturdular. Bu tanımlardaki çelişkiler diz boyudur, ama bir tanesini işaret etmek yeterli olacaktır. “Aile hem tabiidir” yani doğada vardır, “hem de hukukidir”, yani kurallarını koyan insan tarafından ihdas edilmiştir. Açıkçası, bir şey “tabii” ise, “hukuki” olamaz. Hava, tabiidir ve hiçbir hukuki tarafı yoktur.

        Buna karşılık modern antropoloji biliminin araştırmalarının gösterdiği üzere, aile, toplumsal değişim sürecinin bir aşamasında, avcı-toplayıcı toplulukların tarım yapmaya başladıkları neolitik dönemde, yani en erken bundan 10-12 bin yıl ortaya çıkmaya başlamıştır. Yerleşik tarımla birlikte kurumsallaşmaya başlayan özel mülkiyet, bu mülkiyetin nasıl aktarılacağı sorununu da gündeme getirmiştir. Kandaşlık ilişkilerinin ağır bastığı ortaklaşmacı toplumlarda böyle bir sorun yoktur, çünkü özel mülkiyet yoktur. Öyleyse, aile özel mülkiyetin ve bunun aktarımının öz çocuğudur. Ünlü antropolog Claude Levi-Strauss, ailenin yapısının kültür ile üreme zorunluluğu arasındaki bir uyumlanma sürecinde belirlendiğini söylemektedir. Soruna bu açıdan bakıldığında, kültür (yani üretim, tüketim, birikim, mülkiyet, toplumsallık, zihniyet) değişimlerinin aile yapısını değiştirdiği görülür. Nitekim Eski Yunan ve Roma’da köleleri de kapsayacak kadar geniş bir aile yapılanması varken, endüstri toplumlarında sadece ana-baba ve evlenmemiş çocuklardan meydana gelen çekirdek aile esas tip haline gelmiştir.

        Bizim eğitim sistemimiz, “insanlıkla birlikte başlayan” ve hiç değişmeyen bir aile yapılanması kurgularken, hiç olmamış bir şeyi öğrencilere gerçekmiş gibi öğretmektedir. İş bu kadarla kalmamakta, “Türk ailesi” ve bazen de “Müslüman ailesi” denilen hayali bir yapılanma tipi icat edilmekte, bundan beteri, bu hiç olmamış yapı kutsallaştırılmaktadır.

        “Türk ailesi” tipolojisi, şu veya benzer ifadelerle oluşturulmaktadır: “Türk aile yapısında gelenekler çok güçlüdür”, “Türk ailesi, babanın reisliğine dayanır. Kadın aile içinde özgürdür (dışarıda değil), tasarruf yapma hakkı vardır”. “Türk aile yapısında kadın fedakârdır, itimat edilen, güç veren şahsiyettir”. “İslamiyetin kabulünden sonra Türk aile yapısı pek değişmedi, çünkü İslamın öngördüğü aile yapısı Türk aile yapısından pek farklı değildir, her ikisi de iffet merkezlidir. Aile bir fedakârlık müessesedir, şirket değildir”. Ve nihayet tipolojiyi belirleyen en önemli tanım: “Baba çalışır, eve bakar, anne kocasına itaatle ve çocukları yetiştirmekle yükümlüdür. Çocuklar da, yaşlandıklarında anne ve babalarına bakarlar”.

        Bu tanım yansız bir şekilde çözümlendiğinde, “Müslüman Türk ailesinin” hiç de fedakârlık ve iffete dayalı olmadığı, bir çıkar birliği olduğu görülmektedir. Baba, çalışıp eve bakmakta, ama çok ucuza bir konfor sağlamaktadır. Anne, iktisadi bir güvenceye kavuşmakta, bunun bedelini “fedakârlık” yaparak ödemektedir. Eve mahkûmiyetinin nedeni, daha çocukluğundan itibaren evlenmek için yetiştirilmesi ve kendi başına ayakta durma olanaklarının ona sağlanmamasıdır. Çocuklar da, büyüklerin yaşlılıklarının güvencesi olarak yetiştirilmektedir. Bunun neresinde iffet vardır, bilinmez.

        Tarih boyunca, dünyada, Türklerde ve Müslümanlarda böyle bir aile tipinin belirleyici hale geldiği hiç görülmemiştir. Bu ülkede ders kitaplarında yazanlar ne olursa olsun, Türkiye’deki ailelerin ezici çoğunluğu tamamen çıkarlar doğrultusunda kurulmaktadır. Yani aile, bu ülkede esas itibariyle, erkeğin en büyük paya sahip olduğu bir şirkettir (ortaklık). İstisna sayılacak kadar az olan “aşk evlilikleri”nin dışında, Türkiye’de aileler, berdel, beşik kertiği, başlık parası, çeyiz, görücü usulü, gazete ilânı, TV programı ve yüzlerce başka yöntemle, tamamen maddi nedenlerle kurulan küçük çaplı bir şirketlerdir. Soyu devam ettirme, daha iyi maddi koşullar, düşkün ebeveynlerin kendilerine baktırma, ev işlerini yaptıracak ucuz “hizmetçi” bulma, baba ve ağabey baskısından kaçma vb. gibi sayılamayacak kadar çok neden ve bu nedenlerin çeşitli biçimlerdeki bileşkeleri aile kurulmasının kökeninde yer almaktadır. Nitekim kızlarımızın çoğunun hiç tanımadıkları bir adamla evlenmek için evliyaya adak adamalarını, çaput bağlamalarını “ilahi bir görevin yerine getirilmesi” olarak yorumlamak ne kadar mümkünse, “Türk ailesi”nin esasının “iffet” olduğunu söylemek de o kadar mümkündür.

        Gazetelerin artık magazin sayfalarına düşmüş olan aile kavgası haberleri bu konuda inanılmaz miktarda kanıt sağlamaktadır. Bursa Osmangazi ilçesinde 9 ay önce görücü usulüyle tanışarak resmi nikâh kıyan bir çift, 4 Temmuzda da düğün yaptı. İşte Türkiye’ye özgü “kutsal aile” öyküsü buradan itibaren başladı. Aylarca önce nikâh kıyılmasına rağmen, bir de düğün yapılıyor, çünkü takı toplanacak ve evlilik masrafları sıfırlanacak veya en aza indirilecek (yani halka açık bir şirket kuruluyor). Ancak takıların takılmasının ardından , iki tarafın ailesi arasında, takıların kime ait olduğu kavgası çıkıyor. Üstelik, düğün öncesi, hangi takının hangi aileye ait olacağı konusunda bir anlaşma yapılmış.

        Yeni evli çift boşanıyor, çünkü takıları paylaşamadılar, böylece erkek eve bakamayacak, kadın da fedakârlık yapamayacak. Ah kör talih! Şu takıları bir paylaşabilselerdi, ne güzel bir “kutsal Türk ve Müslüman ailesi” daha kurulacaktı!

        Diğer Yazılar