Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bugün yeryüzünde, İsviçre’nin bazı kantonları dışında doğrudan demokrasi uygulayan hiçbir ülke yok. Rejimi “demokratik” olan ülkelerin tamamında temsili demokrasi uygulanıyor. Yani yurttaşlar, teorik olarak kendilerinde olan yönetim yetkisini, seçtikleri temsilcileri aracılığıyla kullanıyorlar. Ve bu temsili demokrasinin de iki ana biçimi var: parlamanter rejim ve başkanlık rejimi.

        Parlamanter rejim, yürütme, hükümette; yasama, mecliste ve yargı da mahkemelerde olmak üzere, görünüşte bir kuvvetler ayrılığı uyguluyor. Ama gerçek işleyişe bakıldığında, örneklerin büyük çoğunluğu itibariyle, seçimi kazanan partinin, yasama, yürütme ve yargıya egemen olduğu ve sonuçta ortaya fiili bir kuvvetler birliği çıktığı görülmektedir.

        Buna karşılık başkanlık sistemi, tam bir kuvvetler ayrılığını gerçekten işletebiliyor, ama bir tek ABD’de, yani sistemi icat eden ve 250 yıldır kesintisiz uygulayan ülkede. Başkanlık sistemi, aslında son derece basit bir mekanizmaya dayanır. İki meclisli (Senato ve Kongre) parlamento yasaları çıkartır. Doğrudan halk oyuyla seçilen başkan yürütme organıdır ve hakimleri ile savcıları doğrudan halk tarafından seçilen mahkemeler de gerçek bağımsız yargıyı meydana getirirler. Başkan’ın yasaları veto, parlamentonun da başkanın kararlarını veto hakları vardır. Öte yandan senato ve kongre birbirlerini kontrol ederler. Nihayet yargı, gerçek bağımsızlığı içinde diğer ikisini denetler.

        Güney Amerika ülkeleri veya eski Sovyet ülkeleri ile dünyanın başka yerlerindeki tüm başkanlık sistemleri, ABD’nin tersine, ya diktatörlüğe dönüşmüşlerdir ya da dönüşmek üzeredirler. Çünkü ABD dışındaki bütün başkanlık sistemleri, o ülkenin demokratik süreci tamamlanmadan kurulmuştur. Bunun yanı sıra, başkanlık sisteminin iki kilit taşı vardır. Bunlardan ilki, parlamentonun mutlaka birbirini denetleyen iki meclisten meydana gelme zorunluluğu, ikincisi ise, yargının gerçekten bağımsız olabilmesi için mutlaka seçimli olma zorunluluğudur.

        Başbakanımız, başkanlık sistemini Türkiye’nin gündemine soktu ve Burhan Kuzu’nun çalışmalarına göndermede bulunarak, “bize özgü bir başkanlık sistemi üzerinde çalışıyoruz” dedi. Burhan Kuzu’nun ABD başkanlık ve Fransız yarı-başkanlık sistemlerinden harmanlayarak getirdiği “bize özgü” veya “Kongre hükümeti” adı verilen sistemde çift meclis ve seçimli yargı yok. Bunlar olmayınca da, önerilen sistemin hakiki bir başkanlık rejimini Türkiye’ye getirmesi olanaksız.

        Ayrıca Türkiye, demokratikleşme sürecini tamamlamış, olgun bir siyasal yapıya sahip değil. Birkaç örnek vermek üzere; oylar, bireysel tercihlerden çok cemaatsel direktiflerle veriliyor; kadınların bireyleşmeleri ve haklarının bilincine varmaları şu an için mümkün değil; özel sektör varlığını sürdürebilmek için devletin eline bakıyor ve binlerce diğerinin arasında, devlet üzerine vazife olmayan bütün işlere karışıyor. Örneğin din tamamen özel bir konu iken, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla ve yalnızca Sünni-Hanefi yurttaşlarımıza olmak üzere resmen din hizmeti sağlanıyor.

        Ama asıl önemlisi, yargı, memur savcı ve hakimlerden meydana geliyor. Bir tek bu unsurun varlığı bile Türkiye’de başkanlık sisteminin işletilmesini tamamen engeller. Çift meclis, seçimli yargı, yüksek memurların başkanla birlikte gelip, onunla birlikte gitmesi, dinin kamusal alandan özel alana intikal etmesi, parti enflasyonunun önlenmesi gibi reformlar yapılmadan ve toplumun bütün kesimlerinin temsil edildiği bir kurucu meclis tarafından bütün bunları içeren gerçek bir yeni anayasa yapılmadan devreye sokulacak bir başkanlık sistemi, ABD dışındaki tüm uygulamalarda olduğu gibi bir diktatörlüğe veya daha iyimser bir terimle “güçlü bir tek kişi” yönetimine, yani otoriter bir rejime götürecektir. Ve bundan beteri, kör topal işlemekte olan ve bir miktar yol almakta olan çarpık demokrasimiz, tam bir gerileme sürecine girecektir.

        Diğer Yazılar