Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bugün öğretmenler günü.

        Siyaset, günlük çekişmeler, kavgalar, dedikodular…

        Bunların hepsini unutun bu yazıyı okurken.

        Bugün, tam da öğretmenler gününde, çok büyük bir mücadelenin öyküsünü anlatacağım… Sizleri, duayen bir profesörün 24 saat önce sonlanan hayatına götüreceğim. Yaşamın birçok olumsuzluğunun içine doğmuş bir çocuğun kendini nasıl aştığını, nasıl göz yaşartıcı bir hikayenin kahramanı olarak yaşayıp bu dünyadan göçüp gittiğini aktaracağım.

        Dün vefat eden Önder Kütahyalı’yı yazacağım. ..

        Prof. Dr. Kütahyalı, Klasik Batı Müziği alanında Türkiye’nin duayen isimlerinden biriydi. 2 yaşında çok acı bir kaza ile görme duyusunu kaybetmişti.

        Ancak bu engeline rağmen büyük bir azimle alanında en tepelere kadar tırmanmayı başardı, müzik eleştirmenliğinde Filiz Ali ve Evin İlyasoğlu ile beraber klasik müzik camiasında üç kurucu isim olarak anıldı hep.

        Önder Kütahyalı eşimin amcasıydı. Gönlü sonuna kadar açık ama gözü tamamen kapalıydı. Hatırında görsel hiçbir şey yoktu.

        Ama içine doğduğu karanlığa inat müthiş başarılı bir öğrenci olmuş ve Ankara Konservatuarını sıra arkadaşı ünlü sinemacı Kartal Tibet ile birlikte okuyup bitirerek Türkiye’nin en önemli müzik eleştirmenlerinden biri haline gelmişti.

        REKLAM

        En başta büyük virtüöz Fazıl Say olmak üzere binlerce müzisyenin hocasıydı. Senelerce Cumhuriyet Gazetesi’nin kültür-sanat sayfasında müzik yazarlığı yaptı. Tüm konserlere gider, kapalı gözü ama apaçık kulağıyla analizler yapardı.

        Peki böylesine dezavantajlı bir çocuk bu noktaya nasıl geldi? Türkiye’nin ilk görme engelli profesörü hangi koşullarda yetişti?

        1936’da Tire’de doğan Önder Kütahyalı 2 yaşında bir kaza sonucu görme yetisini yitirmiş. Ancak daha küçük yaşlardan müziğe büyük bir ilgisi varmış.10 yaşında müzik eğitimine başlamış. O dönemde, 1946’da Alsancak’ta sağır, dilsiz ve körler kurumu var.

        Atatürk’ün kurduğu, Onun ileri vizyonunu gösteren bir okul bu. O sebeple Önder Kütahyalı her zaman Atatürk’e çok bağlı oldu.

        Müzik yapmak istiyordu. Gözleri görmüyordu ama kulağına çok güveniyordu.

        Körler okulunda keman öğrenmeye başladı ancak müzik öğretmeni Martha Amadi başlarda onu beğenmedi.

        "Kemanın yayını doğru çekemiyorsun. Sen körsün zorlanırsın" diyordu Amadi.

        Bu sözler Önder Kütahyalı’yı çok etkiledi. İnat etti ve yayı doğru çekip, güzel keman çalmayı öğrendi.

        Peki notaları nasıl öğrenecekti?

        Hikayenin devamını Kütahyalı’nın kendi kaleminden okuyalım…

        "Rahmetli hocamız Şemsettin Görenel’den kabartma nota yöntemini öğrendim. Hocamız Josef Stavrides’in orkestra çalışmaları sayesinde birlikte müzik yapma alışkanlığını kazandım.

        Kasım 1951 de Ankara’ya taşınan okulumuz, Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir 'Körler Okulu ve Yetiştirme Yurdu' olarak yeniden örgütlenmişti. Müdürümüz, değerli hocamız Mithat Enç’ti.

        Ben oldukça iyi keman çalıyordum ve Ankara Devlet Konservatuarı’na gönderilmem gündemdeydi.

        REKLAM

        Sanırım 1952 yılının Mart ayındaydık. Hocamız Mithat Enç, Millî Eğitim Bakanlığının bir genelge yayımlamasını sağladı. Buna göre ilkokulu bitiren kör çocuklar da öbür okullarda gören öğrencilerle birlikte eğitim yapabileceklerdi.

        Böyle bir gelişme üzerine ve 1952 yılının Temmuz ayında, arkadaşlarım Hüdaverdi Gaffaroğlu, Şükran Kırıcı ve ben, Ankara Devlet Konservatuarı’na başvurduk.

        Kurumun Baş Müdür Yardımcısı değerli ozanımız Cahit Külebi, ilk görüşmemizde bizi tepkiyle karşıladı. Kör öğrencilerin Konservatuar’da ne işi var demeye getirdi..

        Kendisine genelgeyi anlattık. Körler okulunu telefonla aradı ve Müdür Yardımcımız Sayın Emin Sağlamer, hocaya metni okudu. Aynı gün Konservatuarın Müdürü Mithat Fenmen ile de görüşmüştük.

        Dünyanın en iyi yürekli insanlarından biri olan sanatçı bizi ilgiyle dinledi ve genelgeyi inceleyerek gerekeni yapacaklarını söyledi. Bir süre sonra Konservatuar Danışma Kurulu’nun kararını öğrendik.

        Kuruma girmemizde sakınca görülmemişti ama orkestra, oda müziği, koro ve ritmik cimnastik gibi toplu derslerden bağışık tutulmamız yolunda alınan karar, bakanlıkça da onaylanmıştı.

        Kabul sınavını başarıyla verdik ve 1 Ekim 1952 günü derslere başladık. Bakanlık kararına karşın ritmik cimnastik dersini izledik ve öğretmenin istediklerini sorunsuz yerine getirdik.

        Koroda söylememiz de kolaydı. Lise döneminde başlayan oda müziğinde ise dersin öğretmeni Licco Amar’ın önyargısıyla karşılaştık. Bizi kör olduğumuz için sınıfa almadı. Yönetimle yaptığımız görüşmelerin de yararı olmadı.

        Orkestra dersi ise yine bizler için engellerle doluydu. Çalınan parçalar sık sık değişiyordu. Bunların kabartma notaya aktarılması ve bellenmesi zamanı ve emeği gerektiriyordu.

        REKLAM

        Yukarıda da belirttiğim gibi konservatuara girdiğimde ileri düzeyde keman çalıyordum. Kabartma notada da eksiğim yoktu. Böylece keman dersleri iyi başladı.

        Hocamın istediği etütlerin kabartma metinlerine sahiptim; ancak elimde olmayan notaların sisteme aktarılması sırasında sorunlar çıkacağını yardımcı piyano dersinde öğrendim.

        Hocamın verdiği ilk ödev, Oscar Beringer’in piyano metodundan 38 numaralı parçaydı. Bir arkadaşla onu kabartma yazıya çevirmeye başladık. Braille nota dizgesinde bir notanın hangi oktavda olduğu özel işaretlerle gösterilir.

        Buna karşılık arkadaşım, 'Birinci çizgide Mi', 'Beşinci çizgide Fa' gibi terimlerle konuşuyordu. Güçlükle anlaşabildik.

        Çıkar yol olarak kısa zamanda görenlerin nota dizgesindeki işleyişi öğrendim. Bunu beş çizgiden oluşan nota satırı, sol anahtarı, fa anahtarı, notaların çizgilerin üstüne ya da aralarına yazılması ve beş çizgi dışına taşan notalar için ek çizgi kullanılması olarak özetleyebiliriz.

        Zaman içinde bana çok iyi nota yazdırabilen arkadaşlarım oldu. Onlara yazdırmayı kolaylaştıran ilkeleri öğrettim. Örneğin en başta güçlüklerin söylenmesi gerekiyordu. Bağlı, ayrı ve kısa nota gibi çalma yolları da önceden bildirilmeliydi.

        Başka bir güçlük de kabartma yazı makinelerimizin olmayışıydı, tablet kullanıyorduk. O sıralarda Altı Nokta Körler Derneği’nin genel yazmanı olan değerli ağabeyimiz Gültekin Yazgan, bizim için Almanya’dan makine getirtilmesini sağladı.

        Böylece ikinci yılda işler kolaylaştı. Konservatuvar eğitiminde kültür dersleri düşük yoğunlukluydu. Hocayı dikkatle dinliyor, gereken konuları arkadaşlarıma okutuyordum.

        Normal daktilo makinelerimiz olmadığından yazılı sınavlardan sonra hocalar bizi özel olarak sözlü sınava alırdı. Bu duruma çok üzüldüğümü söylemeliyim; ama parasızlık yüzünden daktilo edinemedim.

        REKLAM

        Lisede armoni dersi başlamıştı. Burada, tek sesli bir ezgiyi dört sesliye çevirmeyi öğreniyorduk. Her ders hoca ödev verir, öbür derse dek yapılmasını isterdi.

        Ödevlerimi kabartma olarak hazırlıyor ve bir arkadaşıma yazdırıyordum. Bu işlemde yukarıda anlattığım nota yazdırma olayının tersi söz konusuydu. Arkadaşıma her sesin beş çizgi satırının neresinde olduğunu söylemek zorundaydım.

        Yıl sonundaki armoni sınavına kabartma makine ile giriyordum. Ödevimi bitirince notayı hocama veriyordum. Sınavın sonunda da notayı hocaya yazdırıyordum.

        1958 yılının Haziran ayında konservatuvarın lise aşamasını bitirerek yüksek döneme geçmiştim. Burada dersler azdı, üstelik Licco Amar okuldan ayrılmıştı.

        Böylece arkadaşlarımın oda müziği çalışmalarına katıldım. Dersin hocası olan Martin Bochmann ile aramız çok iyiydi.

        Birliktelik sorununu da şöyle çözmüştük: Bir yaylı çalgılar dörtlüsünde giriş işaretlerini birinci kemancı verir. İkinci keman çalmama karşın bizim dörtlüde bu görevi ben üstlenmiştim.

        Ankara Devlet Konservatuarı’nın 1950li yıllarda uyguladığı eğitim programı günümüzdekine kıyasla epey hafifti.

        Geriye baktığım zaman şanslı sayıldığımı anlıyorum ancak şunu güvenle söyleyebilirim; Şimdiki programda da başarı çizgim aynı olurdu. Başka bir şansım yatılı okumaktı.

        Böylece herkes gibi benim de çalışmalarım kolaylaşıyordu. Günümüzde konservatuvarlarda yatılı eğitim uygulanmaması görme engelliler açısından önemli bir bariyerdir.

        En büyük avantajım ise çok iyi arkadaşlarımın oluşuydu. Kitap okuma, nota yazma, dinletilere, opera-tiyatro temsillerine gitme ve Ankara’yı gezme gibi konulardaki isteklerimi severek yerine getirirlerdi.

        Haziran 1960’ta konservatuvarı 'Pekiyi' dereceyle bitirdim ve İzmir Devlet Konservatuvarı’na 'Keman Asistanı' olarak atandım.

        REKLAM

        O dönemde Konservatuvarın Müdürü olan Fuat Turkay ile yine o dönemin Güzel Sanatlar Genel Müdürü Cevat Memduh Altar hocamızın bu konuda yaptıkları yardımı saygıyla ve teşekkürle anımsamaktayım.

        İzmir Devlet Konservatuvarı 1958 senesinde kurulmuştu ve öğrenci sayısı 60 dolayındaydı.

        Bu benim için bulunmaz fırsattı. Kurum geliştikçe ben de ona uyum sağlayacaktım. İlk görevim, keman öğretmenimin iki küçük öğrencisini haftada iki kez çalıştırmaktı.

        Bir yıl sonra okulumuzun kurucu müdürü olan Orhan Barlas, bana dört saat müzik tarihi dersi verdi ve onu, giderek artan bir yoğunlukla günümüze dek sürdürdüm; ancak derslerimle ilgili ayrıntılara geçmeden önce önemli bir konudan söz etmeliyim.

        Orhan Barlas’ın biricik amacı, İzmir’de bir senfoni orkestrasının oluşturulmasıydı. Amatör müzisyenlerle ve bando elemanlarıyla kurulmuş bulunan orkestrayı özenle çalıştırır, onun gerçek senfoni orkestrasına dönüşmesi yolunda uğraş verirdi.

        Böylece okula atanan müzisyenleri ve dışarıdan çağrılan uzmanları orada çalmakla görevlendirmişti, görevini aksatanlara çok kızardı. Durumu iyi bildiğimden, daha ilk görüşmemizde kendisine orkestra çalışmalarına katılabileceğimi söyledim ve toplulukta ikinci keman çalmaya başladım.

        Yaptığım iş, konservatuvarın öğrenci orkestrasına kıyasla oldukça kolaydı. Provalar yavaş ilerliyor, ayda bir kez dinleti veriliyordu. Böylece kısa zamanda Müdür Bey ile dost olduk. Verdiği görevlerle beni konservatuar öğretmeni olarak yetiştirdi.

        Yıllar geçtikçe bana duyduğu güven pekişmişti. Orkestrada çalabilmek için her yapıtın ikinci keman partisini kabartma nota olarak yazıyordum ve nota yazdıran kişiye küçük bir ücret ödüyordum.

        Başka bir güçlük de partiyi belleğe almaktı. Armoniyi ve müzik biçimini iyi bilmem bu işi kolaylaştırıyordu. Orkestra üyeliğim on yıl sürdü.

        REKLAM

        Derslerime gelince; İlk yıllarda sınıflarda iki ya da üç öğrenci vardı. 1970 sıralarında bu sayı biraz daha çoğaldı. Türkçe ve İngilizce kaynaklardan yararlanarak hazırladığım notları derste öğrencilere yazdırıyordum.

        Değerli hocamız İlhan Usmanbaş, 1963'te Curt Sachs’ın 'Kısa Dünya Musikisi Tarihi' başlıklı kitabını dilimize çevirmiş, bize de çok sayıda teksir göndermişti.

        Kitabı kabartma yazıya aktardım, ancak metin ve içerik öğrencilere ağır geldiğinden, aynı metne dayalı ders notları hazırlamak zorunda kaldım. 1970’ten sonra notlarımı önce karbon kağıdıyla çoğaltarak, daha sonra da teksir ettirerek sınıflara dağıtmaya başladım.

        Bu ikinci koşulu yerine getirebilmek için daktiloda mumlu kağıda yazmayı da öğrenmiştim. İlk yıllarda müzik tarihi dersinde yıl sonu sınavıyla yetiniliyordu.

        1970’lere doğru karne notu getirildi. Zorunlu yazılı sınav sırasında öğrencilerle centilmenlik anlaşması yaptım. Çoğu kez kopya çekilmiyordu.

        Zamanla öğrenci sayısı arttı ve sınavlara gözcü almaya başladım. Gözcülük edecek kişiyi dostluk yoluyla sağlıyordum, ancak bu konu görme engelli öğretmenler için bir yönetmelik ya da tüzük maddesine dönüştürülmelidir.

        Yazılı kağıtlarını eşim Yıldız Kütahyalı okurdu. Öğrenci sayısı arttığında, okuma işini sınavla ilgili olmayan bir öğrenciye yaptırmaya başladım.

        Sözün bu noktasında, yaşadığım ilginç bir olayı aktarmak isterim: Sanırım 1969 yılındaydı. Bir gün Müdür Bey beni çağırdı; piyano öğretmenimiz olan eşi Seride Barlas’ın, ek ders olarak okuttuğu 'Form Bilgisi' dersini bıraktığını, bu dersi bana vermek istediğini söyledi.

        Üç gün düşündüm ve sonunda kabul ettim. Türkçe kaynak olarak elimizde sadece Fuat Koray’ın 'Müzik Formları' başlıklı yapıtı vardı. Bunun bana okunabilmesi için iki koşulun yerine gelmesi gerekiyordu: Okuyucu, nota örneklerini piyanoyla çalabilmeli ve okuma piyano başında yapılmalıydı.

        REKLAM

        Ben ise kitabı en ilkel yollarla okuyabiliyordum. Abone olduğum 'London Royal Library For The Blind' adlı kuruma mektup yazdım.

        Ellerinde müzik formlarıyla ilgili kapsamlı bir kitap varsa ivedi olarak bana göndermelerini istedim. On gün sonra ünlü bir İngiliz eğitimcinin 'Form In Music' başlıklı yapıtı geldi. Bu kitabı altı ay kullandım ve 'Londra Körler Enstitüsü'nden satın aldım; bugün bile zaman zaman bakarım.

        Özetlediğim olay, körler kitaplıklarının görme engellilere ne büyük olanaklar sağlayabileceğini göstermektedir.

        1970’lerin sonuna doğru Müzik Tarihi derslerimde uzun bir zaman dilimini çağımızın müziğine ayırıyordum. Hazırladığım ders notlarımın kapsamı giderek yoğunlaştı ve sonunda 'Çağdaş Müzik Tarihi' başlıklı kitabım ortaya çıktı.

        Öte yandan, konservatuvarımızın eğitim programına giren 'Opera Tarihi' ve 'Bale Tarihi' derslerini de okuttum.

        Buraya dek özetlediğim eğitim çalışmalarına, müzikle ilgili konferanslarımı, kongre ve sempozyum bildirilerimi ve yönettiğim Yüksek Lisans ve Doktora tezlerini de eklemeliyim.

        Kazandığım ödül, konservatuvarları üniversitelere bağlanmasından sonra 1987 senesinde aldığım 'Doçent' ve 1999 senesindeki 'Profesör' unvanları oldu.

        Sonuç olarak her şeyi, çalışkanlığın, irade ile sevginin ve dostluğun gücüyle yaptım ancak bir yakınmayı dile getirmek isterim.

        Bu da öğrencilerimin görme engelli oluşumu kötüye kullandıklarını sezişim, fakat kanıtlayamayışımdır. Maalesef bunu yaşamışımdır.

        Kırk yıl hizmet verdiğim konservatuvarımın, zaman zaman görme engellilere karşı aldığı olumsuz tavır da ayrı bir üzüntü kaynağı olmuştur. Kendimi yalnız hissetmişimdir.

        Öte yandan, son on yıl içinde özveri olgusunu bilmeyen ve maddesel açıdan çok katı davranışları olan bir genç kuşağın ortaya çıkışı, görme engelli öğretmen ile öğrencileri arasındaki dostluğu ve yardımlaşmayı sıfır noktasına getirmiştir.

        REKLAM

        Böyle bir durum, körlerin konservatuvar eğitimi yapmasını, gerektiğinde bu kurumlarda öğretim elemanı olarak görev almasını iyiden iyiye güçleştirmiştir.

        Sonuçta, görme engellilerin görenlere öğretmenliği konusuna fazla sıcak bakmadığımı söylemeliyim.

        1960'ta yürümeye başladığım 'Uzun ince' yolun sonuna Nisan 2004'te geldim. O tarihte emekli oldum.

        Biricik beklentim, görme engelli genç müzisyenlerimizin beni aşmaları, 'Olmaz'ları 'Olur' kılarak kendilerine yeni çalışma olanakları yaratmalarıdır."

        Diğer Yazılar