Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İlkokulun ilk 4 sınıfını babamın görevi dolayısıyla Kırklareli’nin “Pınarhisar” ilçesinde okudum. Bu küçük ilçeyle ilgili ne zaman bilinçdışıma dalsam hep güzel şeylerle çıkmışımdır yukarı. Kasabanın silüetini süsleyen 3 eski Bizans suru hep gözlerimin önündedir. Bir de yemyeşil çayırlar, meyve sebze bahçeleri… Doğa ve tarihle kurduğum kuvvetli bağın müsebbibi, şüphe yok ki Pınarhisar’dır.

        Yalnız o yıllardaki asıl hastalıklarım, yarım gün yayın yapan televizyon, filmler ve “Conan”dı. Hala da geçmiş değildir yani. Üniversiteye girene kadar kendimi “Conan” zannettiğimi de burada itiraf edeyim. Gazımı ilk üniversite almıştır.

        Hiç unutmam bazı tatil günlerinde babam beni Pınarhisar’daki tek gazete bayiine emanet ederdi. Bu bayiyi ilkokul hocam “Nurten Özer”in eşi işletirdi. Bu arada insan ilkokul hocasının ismini hiç unutmuyor ha! Neyse…

        Satılmamış elde kalmış “Conan”lar, “Süpermen”ler, “Örümcek Adam”ların arasında deliye dönerdim. Hepsini okumalıydım ama nasıl…

        Sonuçta en azından denedim. Bu bana daha 7-8 yaşlarında 1 numara hipermetrop gözlükler şeklinde fatura edildi, ama pek umurumda değildi. Daha kızları keşfetmemiştim. Ya da şöyle söyleyeyim, onlar daha beni keşfedememişti. Daha uzun yıllarda keşfedemediler zaten, ben de rahatsız edilmeden…tıpış tıpış “Conan” okudum yıllarca.

        İşte tam da o yaşlarda, babası subay olan bir arkadaşımızın torpiliyle, askeriyenin futbol sahasında top oynadığımızı hatırlıyorum. Top bende yaldır yaldır kaleye doğru akarken, o anda nasıl fark ettim bilemiyorum, havada uçan küçük bir kağıt parçası gördüm. Konsantrasyon sıfırlanınca topu kaybettim haliyle, kontra yedik, ama pek umurumda olmamıştı. O yaşlardaki çocukların futbolu sanki balonla oynanıyormuş gibidir ya. Bütün gücünle vurursun, ama top yine kendi suratında patlar hani. Ne de olsa gene gelir buralara o zıp zıp diye düşündüm sanırım. Neyse gazete parçası uçtu uçtu ve ayaklarımın dibine kondu.

        Üzerindeki resmi hala dünmüş gibi hatırlıyorum. Daha sonraları isminin Arnold Schwarzenegger olduğunu öğrendiğim vücut geliştirme şampiyonu, elinde geniş ağızlı bir kılıç, bünyesinde ne kadar biseps, triseps, deltoids kası varsa suratınıza çarpıyor. İlk başta saç rengini beğenmedim, Conan’ın saçları kuzguni siyah olmalıydı, ama ne de olsa benim saçlar da aynı renkteydi. 2.’liğe razı olduğu müddetçe bence sorun yoktu. Bu adamdan “Conan” olurdu.

        İlk intiba avantajıyla sonraları “Arnold” bende almış yürümüştür. Yazdığı vücut geliştirme kitabını kaç kez okuduğumu hatırlamıyorum. Kolum bir santim genişlesin diye kendimi yırtardım, ama nafile. Çok zayıftım. Annem: “Olm ben size solucan mı yediriyorum” diye hayıflanırdı, ne yapsın. Yav, zerre kilo alamıyordum. Tüy sıklet, ibiş gibi Conan olur mu kardeşim?

        Hele “Pradator” çekildikten sonra iyice deliye dönmüştüm. Posterler, afişler… Şimdi adamla ilgili iyelik ettiğim tek şey, California ehliyetimin üzerine vurulan soğuk damga. Zerre sevgim kalmadı adama be. Hikayeye bak…

        Lafı bir türlü bağlayamadım. Devam edelim. Yalnız resmin yanında: “Conan’ın ikincisi çekiliyor” gibilerinden bir şeyler yazıyordu. Yok daha neler! Ben daha birincisini seyretmedim ki! Dudaklarımdan istemsizce şu kelimelerin döküldüğünü hatırlıyorum. “Bu filmler izlenebilir mi? Kaç yıl sabretmem gerek?” Bir de: “Çok mutsuzum, ben oynamıyorum.”

        Şimdi o yıllara bakıyorum da, işler ne kadar da değişmiş. Filmlerin büyük bölümü artık dünyayla aynı günde Türkiye’de vizyona giriyor. Pazarlama stratejisi gereği gösterim 2 hafta gecikti mi, adamların belinden su alıyoruz.

        Hollywood 3 boyut teknolojisini tedavüle sürüyor, bir bakıyorsun 2 sene içinde hemşerilerin “Cehennem 3D” ile çıkagelmiş. Kimse “Avatar”ı yeniden çekmiş adamlar falan demiyor, hatta film başarısız bir 3 boyut denemesi olan “Titanların Savaşı” kadar bile değil, ama olsun. Sürecin ne kadar olumlu ilerlediğini görmek ve hakkını vermek gerek.

        Halbuki eski zamanlarda buna benzer bir yeniliğin memlekete ne zaman geleceğini sormak için bile 10 yıl beklemek gerekirdi. Düşünün bir kez, renkli film teknolojisinin Türkiye’ye gelmesi tam 27 yıl sürmüştü mesela. Dünyada ticari amaçla çekilen gerçek manada ilk renkli film Douglas Fairbanks’in başrolünü oynadığı 1926 tarihli “The Black Pirate” (Kara Korsan) olarak kabul edilir. Muhsin Ertuğrul’un çektiği ilk Türk renkli filmi “Halıcı Kız”ın gösterimiyse, ancak 1953’te gerçekleşebilmişti. İşin trajikomik tarafı “Halıcı Kız” ve aynı yıl vizyona giren “Salgın” o kadar başarısız olmuştu ki, Türk sinema seyircisi yeni bir renkli film için 12 yıl daha beklemek durumunda kalmıştı.

        Sadece sinema sektöründe olan bitene baktığınızda bile, Türk insanının dünyayla ne kadar bütünleştiğini, bütünleşmeye çalıştığını hemen anlıyorsunuz. Her kesim, özellikle toplumun tabanı muazzam bir hızla değişiyor, artık herkes sinemanın yolunu biliyor. Kendine göre filmleri seçiyor, kafasını pek yormak istemiyor, ama yine de bunu talep ediyor. İnternet erişimindeki müthiş ivme, yurt dışına çıkan vatandaşlardaki artış ve üniversitelerin yaptığı yayın sayısı gibi bir takım kıstaslar da, bu değişimi birebir tasdikliyor zaten.

        Ben lafı niye uzatıyorum bilemedim. Bundan sadece 12 yıl önce “3 Boyutlu Görüntü Oluşturma” üzerine lisans tezimi hazırlarken, memlekette spektral analizi yapılmış, normlara uygun kırmızı-camgöbeği (red-cyan) filtre bulmak bile mümkün değildi. Şimdiyse ne kırmızı-camgöbeği falan, polarize filtreli gözlüklerle seyredilen sinema filmi üretiyoruz Türkiye’de. Tabi ki iyiye gidiyoruz…

        Beni sorarsanız “Fatih Conan” (Conan the Conqueror) olamadım daha, yine sadece “Fatih” olarak duruyorum şimdilik, ama geçen 27 senede en azından kilo almayı başardım. Artık göbek kasım bile var. Bu da bir ilerlemedir yani…

        fatihomeroglu@cyapim.com.tr

        Diğer Yazılar