Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Bir Zamanlar Anadolu’da”nın Cannes’da aldığı Jüri Büyük Ödülü sanat filmine karşı gişe filmi tartışmalarını yeniden alevlendirmiş durumda. Nuri Bilge Ceylan’ın memleket insanını gururlandıran başarıları sinemaya olan ilgiyi arttırmasının yanında konu üzerindeki kafa karışıklıklarını da daha bir görünür kılıyor. Öyle ki filmin başrollerinden Yılmaz Erdoğan’ın kırmızı halının büyüsünden etkilenip sarf ettiği “Bu saatten sonra seyirci kaygım olmaz” cümlesi, mesele için adeta sembol olabilecek bir değere sahip. Ardından Hülya Avşar’ın yaptığı çıkışsa bu yeni boyanın üzerine adeta cila atıyor: “Bana artık Nuri gelsin, Zeki gelsin. Attığım taş bir kurbağaya değsin bari. Hiç olmazsa Cannes’da kırmızı halıda yürürüm.”

        Önceki yazılarımda bu konuya değinmeye çalışmıştım. Sanat filmleri olarak tabir edilen filmlerle gişede büyük hasılat elde eden filmleri birbirinden ayıran temel özellik seyirci sayısı değil, bu filmlerin olay örgüleridir. Bizim gişe filmi dediğimiz filmler büyük oranda klasik örgülü filmlerin içerisinden çıkar. Bu tasarımı oluşturan ilkeler ismi üzerinde klasiktir. Zamansız ve kültürler ötesidir. Bütün destanlar, mitoslar ve söylencelerde kulaktan kulağa anlatılır dururlar. Daha net bir tanım verirsek bunlar temelde kahramanlık hikâyeleridir. Yani tek bir kahraman dış bir düşmana karşı savaşır ve sonunda onu tepeler. Tutarlı bir gerçekliğe sahiptirler ve mutlaka anlaşılır nedensel bir finalle sona ererler.

        Sanat filmleri olarak tabir edilen filmlerse genellikle minimal olay örgüsüne sahiptir. Bu filmler de klasik tasarım öğelerini kullanır, fakat ismi üstünde minimalist bakış bahsi geçen öğeleri silikleştirmiş hatta yer yer dönüştürmüştür. Mesela minimal filmlerde tek bir kahraman yoktur. Çatışma klasik örgünün aksine dışsal değil, içseldir. Karakterler dış dünyadan daha çok kendileriyle uğraşır. Zaten bu kahramanlar çoğunlukla edilgindir, gerçekler genelde onları ezer geçer. Son olarak minimal filmlerin sonları yoruma açıktır. Herkes kendine göre bir son üretebilir. Bu filmlerde hayatın değişmezliğine olan inanç esastır ve genellikle karamsar bir dünya algısı hakimdir.

        Özellikle sinema entelektüellerin minimal filmleri neden bu kadar sevdiği de ortaya çıktı sanırım. Zira mutlak minimal filmlerin olay örgüsü en köşede olduğundan içeride size top yapmak için alan bırakır. Sanat filmlerinin elde ettiği başarıda o filmi anlamaya, yorumlamaya ve Cannes’deki gibi ödüllendirmeye çalışan entelektüellerin katkısı neredeyse yönetmenin katkısı kadar büyük önem taşır. Yani seyirciden alınan inisiyatif burada eleştirmenin eline geçmiştir o kadar.

        Kısacası filmlerin yapısını seyirciyle olan ilgi ve alakanız belirlemez. Yukarıdaki genellemelerden seyircinin haberi yoktur bile. İnsanlar kahramanlığı, umudu, iyiliği görmeyi, karamsarlığı ve zaafları görmekten daha çok sever o kadar. Klasik filmler toplumlar üstü benzer değerleri kullandığından adeta herkesin aşina olduğu ortak bir dil konuşur. Minimal filmlerse öznel köklerinden ötürü öğrenilmesi gereken yeni bir dil gibidir. Bildiği mevcut dili konuşmak isteyen, yenisini öğrenmek isteyenden her zaman daha fazla olacaktır. Burada önemli olan nasıl söylediğinizle (biçim), ne söylediğinizin (öz) arasındaki uyumdur. Amaç ilham vermek olduğunda bu hiçbir olay örgüsünün tekelinde değildir.

        Kimse kendini bu olay örgüsü türlerinin mutlak hallerinden birini seçme zorunluluğunda hissetmemeli. Hiçbir sinemacı seyirciyi reddetmek veya kutsamak arasında bir tercih yapmak zorunda değil. Zira mutlak tektir yani bir tanedir. Bunu fark edemeyen sinemacı aynı tekin/filmin bayat bir kopyasını üretmekten öteye geçemez. Halbuki olay örgüsü üçgeninin köşelerini, yani mutlak noktalarını terk edip içerideki açık sahaya doğru deplase!? olunabilse ne gol fırsatları doğacak kimsenin haberi yok.

        Hülya Avşar’ın tam olarak neye kızdığını anlamadım, fakat bir kırmızı halı sevgisi var o belli oluyor. Yalnız kırmızı halı tenini tahriş edebilir, milli takım forması daha iyi bir tercihmiş gibime geliyor. Rahat kullanır.

        Yılmaz Erdoğan ise “Artık seyirciyi önemsemiyorum” diyerek “Neşeli Hayat” gibi bir forvetle bile ofsayta düşülebileceğini kanıtlıyor. Futbolu her geçen maç daha da güzelleşiyordu halbuki. Ayda yılda bir korner atacağım diye köşe gönderinde dikilirsen olacağı budur. Bu tarz futbol Fransa’da bile demode oldu artık. Baksanıza adamlar bırakın forveti orta hakemleri bile dışarıdan alıyor. Hem de futboldan anlamazlar dedikleri en büyük rakipleri Amerika’dan.

        Maç köşelerde değil, sahanın içinde oynanır. Orta sahayı kazanan, maçı da kazanır.

        Diğer Yazılar