Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde gösterilen “Kuzeyin Paris’i” ile “Mülteci” filmlerini etraflıca inceledik ve incelememize göre ortaya enteresan sonuçlar çıktı: “Kuzeyin Paris’i” belirli bir kategoriye dâhil edemeyeceğimiz deneysel bir çalışma, “Mülteci” ise sürekli kocasından kaçan, kadın ile çocuğunun arasındaki, soğuk savaşı anlatan dramatik-gerilim filmi… İzlanda kültürü ile Arjantin kültürü arasında büyük bir uçurum var, zaten İzlanda kültürel açıdan birçok ülkeden uzak kalıyor. Bağları da bir hayli zayıf! İki kültür arasındaki farkı görmek için bu filmleri seyredebilirsiniz. Tabi filmler hakkındaki yazıdan önce, Festival hakkında biraz ön bilgi geçelim.

        “Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin aklımıza kazınan, en önemli taraflarından biri de Akdeniz Üniversitesi’nde düzenlenenillustratif Yeşilçam sergisiydi şüphesiz… Birbirinden değerli, Yeşilçam filmlerine ait illüstrasyonunun, başarılı bir şekilde yapılmış oluşu bize çok büyük bir haz verdi, birden tüm çalışmaları satın alasımız geldi. Buraya kadar her şey iyiydi, ancak sergiye rağbet olmaması sanat adına yapılan, en büyük ayıplardan biriydi ve o beyazperdeyi süsleyen güzelim Yeşilçam filmlerimizin ne yazık ki boyunları bükük kaldı. Duvarı süsleyen bir süs eşyası gibiydiler, ruhları canlanamadı, canlandırılamadı.

        Bu kadar mı ilgisiz olduk? Şimdi festivalin takipçilerine,bu sergiden haberiniz var mıydı diye sorsanız,cevap veremezlerdi muhtemelen… “İstisnalar kaideyi bozmaz” orası ayrı… Geçmişle bugün arasında güzel bir bağ kurabilirsek, sanatsal enerjiyi içimizde alevlendirmiş oluruz, yani diğer bir ifadeyle; sanatsal enerji bugünü iyi kavramakla değil, geçmişi özümsemekle olur. Festival o sergiye ait, bir kitap takdim etti festivale katılanlara, birçoğumuz bununla yetindi demek ki… Festival hakkında bir sürü olumsuz eleştiri yazılıp çizildi, peki neden sanata dair hiçbir şey yazılmadı, bunu böyle düşünen olmadı mı hiç? Şunu söylemek istiyoruz: elimize geçen kitap gerçekten bizi çok mutlu etti, bunu tartışamayız belki, ama orijinalinin yerini kitabın doldurması olasılıklar dâhilinde bile olamaz. Kitaba bakmakla orijinalini görmek arasında dağlar kadar fark var.

        Festivalle ilgili fikrimizi paylaştıktan sonra geçelim festivalde izlediğimiz iki önemli filme…

        Kuzeyin Paris’i (París Norðursins): Koşan adam…

        Film hızlı bir İzlanda müziği ile startı verir, bir adam yol boyunca koşar. Müzik ile koşan adamın, birbiriyleuyumu tempolu bir film izleyeceğimizi düşündürür, hâlbuki ağır sahnelere renk katmak için böyle bir şeyin tercih edildiği açıkça ortadadır. Yalnız müziğin çok tempolu ve ritmik oluşu, izleyenleri hop oturtup, hop kaldırmak için birebir! Koşan adamla “Run Lola Run” filmi arasındaki benzerliğe bakacak olduğumuzda; çok enteresan bir sonuç çıkar ortaya: her iki filmde de koşma eylemi,hikâyenin kilit noktalarını oluşturmaktadır. Türdaş bir film olarak adlandırabileceğimiz“Kuzeyin Parisi”, dinamik anlatımıyla karakterin sıradışı olduğunu betimler ki, bu karakterin dünyasını tanımamız için çok önemli bir tercihtir. Tabi şunu da açıklamakta fayda var, bu karakter aklına estikçe koşmaya başlar, bunu yapmasının sebebi de sıkıntısını ya da kötü enerjisini üzerinden atmak istemesidir. Sonuçta yaşadığı yer, ufacık bir kasabadır, hatta köydür.

        Dengeli mekân devingenliğini yerine göre kullanan yönetmen Hafsteinn Gunnar Sigurðsson, İzlanda’nun ufacık kasabasını mizah oyunlarıyla şirinleştirmeye çalışıyor ve filmin lirikliğini, sahnelerin arka planında yer alan, buzlu dağa dayandırıyor. Dar alanda kısa paslaşmalar misali bir hayat sürdürüyor karakterler… İmkânlar o kadar kısıtlı olunca da kendilerine yeni yeni eğlenceler üretmeye başlıyorlar. Örnek: koşmak…

        Karakterlerin üşütük oluşlarından ötürü yaptığı eylemler, muzurluk yapan kedilerinkinden farklı değil! Filmin anlatısal gerçekliği, karakterlerin bulunduğu ortamla ilişkili aslında… Küçücük bir yerde zamanlarını nasıl geçirebilirler ki? Üşütük olmalarından başka çareleri yok maalesef. Filmin çok yönlü damarlarını ele alacak olduğumuzda, karakterlerin duygularını tetikleyen olayları paylaşmamaları hep bir kaçışı simgeliyor, bu kaçışa göre karakterler içinde bulundukları ortamdan memnun değiller. İki farklı dünyaları var sanki, biri yaşadıkları, diğeri de yolculuk yapmak istedikleri dünya… Sınırlar zamanla öyle bulanıklaşıyor ki, karakterlere ait yekpare şekil parçalanıveriyor aniden… İki lafın belini bükemeyen karakterlerin sıkılganlıkları, izolasyonun gücünü ortaya koyuyor ve aynı zamanda İzlanda kültürünün panoramasını seyrettiriyor bize…

        Filmin en cezbedici tarafı da hiç şüphesiz, film için tercih edilen isim, Kuzeyin Paris’i ne anlam ifade ediyor diye soracak olursanız, hemen açalım. Kuzeyin Paris’i tamamıyla metaforik ve ironik bir gönderme! Sarkastik olarak konulan isim, kasabanın noksanlığını ön plana alıyor ve onu Paris gibi kocaman bir şehirle paketliyor. Kimbilir belki de yaşayanlar için orası Paris’tir… Filmin ismi insanda merak yaratıyor bu yüzden de, filmi seyretmeyi düşünmeyenler bile sırf filmin isminden ötürü filmi görmek istiyorlar. Stratejiyi iyi belirleyerek, mizahla dramı birbirine bulayan, soğuk esprileri alt metinlere yerleştiren yönetmen Sigurðsson, seyirciyi güldürmeyi başarıyor;bu şu demek oluyor: üstü kapalı sözlerden mizah yaratıyor. Karakterlerin içinde bulunduğu durumlar, hem seyircileri perdeye bağlıyor, hem de perdeden kopartıyor, bazı sahnelerde/sekanslarda kahkaha krizlerine girebiliyoruz işte o an sahneler kaçıyor. Sigurðsson’ın çektiği ikinci film olan “Kuzey’in Parisi”, minimal ve marjinal parçalardan oluşuyor, parçaları birbirlerine lehimlemek için,güçlü bir zincir gerekiyor ki, hiç kopmasın.

        Sonuç olarak; “Kuzeyin Paris’i” deneysel formlarla yola çıkarak ‘müzik ruhun gıdasıdır’, sözünü görsellerin arasına güzel bir şekilde yerleştiren sade ama efektif bir film… Kozmopolit yaşamın daha ilgi çekici olduğunu düşünen yönetmen Sigurðsson, kasaba yaşamının sıkıntılarını, tek tek irdeliyor ve kendilerini eğlendirmeyi yer yer başaramayan kişilere/insanlara adeta ders veriyor. Zaman zaman hikâyede bazı problemler olsa da bir bütün olarak incelendiğinde iyi bir film olduğu aşikâr…

        Mülteci (Refugiado): Tabanları yağlayan kadın…

        Arjantin Sineması’nın güçlü isimlerinden biri olan Diego Lerman’ın“Mülteci” filmi “Cannes Film Festivali”nde“Yönetmenlerin 15 Günü” bölümünde gösterildi. İşçi sınıfını konu alan hikâyenin yönetmeni Lerman, adalet aradığı için,şiddetten kaçan bir annenin, çocuğuyla beraber yollara düşmesini, dur durak bilmeden koşmasını,adeta çaresizliğe ve korkuya endeksleyerek,gerilim unsurunu merceğe alıyor. Dünyanın dört bir yanında yaşanan bu ortak sorunun yanı sıra, şiddet vakalarında devlet kurumlarının sunduğu sığınma evlerine yerleştirilen ‘şiddet mağduru’ insanların ve onların çektiği çilelerin ağırlığını hissetmemize neden olan film, bu yüzden çok geriyor bizi… Arjantin’de kadınlara yapılan şiddeti etraflıca inceleyen film, ‘maço adam’ ile ‘mağdur kadın’ arasında patlak veren güç hikâyesine ciddi bir bakış atıyor. Hikâyeyi dört başı mamur bir şekilde işleyen yönetmen Lerman, şiddet gören kadınların mülteci (sığınmacı) olarak sayılacaklarını ve onlara yapılan kötülüklerin çocuklarının psikolojisini bozacağını inatla ve dirençle, akıllara izi çıkacak şekilde kazıyor.

        İstismar nedeniyle iç ve dış zarar gören kadınların Arjantin devlet yapısına göre sığınma evlerine müracaat etmeleri iyi hoş da, bizim ülkemizde neden böyle bir hizmet yok? Aslında var ama işleyişi farklı… Bizdeki yapı ne yazık ki Arjantin’dekine benzemiyor, Türkiye’deki ‘Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’ 1987 yılından beri aktif duruşunu koruyor, şunu da belirtmek gerek ki, vakıf kadınların, erkek şiddetine karşı ilk başkaldırısı, bir grup feminist tarafından örgütlendi. Bu tabloya göre; eğer ‘istismar yasası’ çıkarsa bu durum tersine dönebilir, yoksa mağduriyet sayıları hızla artmaya devam edecek.

        Geldik filmdeki bazı önemli ayrıntılara… Anne Laura’nın, çocuğunun biraz huysuz oluşu ve öfkesinden kurtulamayışı, kafasının karışmasına neden olurken, travmatik anların tetiklenmesi durumu baltalıyor. Laura çocuğunu mu düşünecek, yoksa baskı içinde olduğu yaşamın kötülüğünü mü? Laura’ya göre bunlar çok fazla… Aslında çocuğunun bu kadar dengesiz oluşu tuhaf değil, zira böyle bir yaşamın içinde, o çocuğun normal olma durumu neredeyse sıfır… Anne de çocuk da psikotik depresyondalar, ani çıkışlar yapıyorlar. Yollarda geçen bir hayattan ne beklenir ki? Çocuğunun sağlığını bile düşünemeyen Laura’nın en mantıksız tarafı da, çocuğuna karşı dürüst olmayışı… Korkunun ecele faydası olmadığını bilmeyen Laura, babasının yaptıklarını çocuğuna anlatmaya çekiniyor, çekinmesinin yegâne sebebi de, çocuğunun dünyasını karartacak oluşu… Zaten kararmış kararacağı kadar! Filmin aslında ana fikri şu: Bir annenin yılmadan yoluna devam etmesi için, verdiği sıkı mücadele… İşte bu nedenle yönetmen Lerman hikâyeye tam anlamıyla hâkim oluyor, anlatmak istediği şey açık ve net, çok fazla üzerinde durmaya ihtiyaç yok. Film boyunca, yönetmen neyi anlatmak istiyor diye düşünmediğimiz için, filmin takibi kolaylaşıyor.

        Netice itibariyle; “Mülteci” belgesel-vari alt metinleriyle, toplumsal gerçeklerle, ekonomik durumla, kadın-erkek farkıyla ve şiddet içeren söylemleriyle, dişe dokunur etki yaratan gerçekçi bir film. Hayatla bizi baş başa bırakan “Mülteci” acılara karşı hissizleşmemizi öngörerek, gücümüzü son safhasına kadar kullanmamızı uygun görüyor ve yenilginin, yenilgiyi kabul ettiğimiz zaman canavarlaşacağına parmak basıyor.

        Diğer Yazılar