Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir babalar günü daha kapımızı çalmak üzere. Babanız hala hayattayken o özel günü fırsat bilerek onu mutlu edebilirsiniz. Böyle günler her ne kadar kapitalist sistemin bir dayatması da olsa, babanız için önemi büyük olabilir. Bazı insanlar öyle günler bir zırvalık dese bile siz evlat olarak babanıza ufak bir sürpriz yapın. Onun sevdiği bir kitabı alarak, onu sevindirin, ya da beraber güzel bir film seyredin. Şimdi bu yazıyı okurken belki şu soruyu soruyor olabilirsiniz: “Benim babam yok, babamla beraber nasıl film seyredeceğim?” Bu çok acı belki, ama onu filmdeki karakter yerine koyup, kendinizi onunla özdeşleştirin, sanki o oradaymış gibi hissederek, ona yüreğinizden bir mesaj gönderin, sizi mutlaka duyacaktır. Hepinizin babalar günü kutlu olsun.

        Hayatta ailenin yeri bambaşkadır, ailesi olmayan ya da aile bağları kuvvetli olmayan insanlar kendilerini duvara asılmış boş bir çerçeve olarak hissederler. O çerçeveyi tamamlayan ailedir. Aile hikâyeleri Yeşilçam ve Hollywood filmlerine konu olmuştur. Melodramatik Yeşilçam filmlerinden tutun, fantastik aile animasyon filmleri, aile komedilerine kadar alanları oldukça geniştir.

        Aile bir bütündür anaerkil ve ataerkil yapının harmanlanmasından oluşur, eğer ailenizde bir eksik varsa tüm büyü bozulur, o nedenle büyünün bozulmaması için ailenize gereken önemi verip onlarla güzel anların tadını çıkarın. Onlar hala bunu yapabiliyorken eksikliğinizi hissettirmeyin. Hani her zaman deriz ya baba evin direğidir diye, doğrudur neden dersiniz açıklayalım: anne karaya yanaşan bir gemi baba ise halattır, geminin halatı yoksa gemi karada durmaz. Babasına çok bağlı olan kız çocukları, babalarını çok severler ve onlara bir şey olsun istemezler dolayısıyla koruma içgüdüleri devreye girer. Sadece baba- kız arasında değil, baba-oğul arasında da muazzam bir bağ vardır. Bakınız: “Babam ve Oğlum”… Aile hakkındaki kısa girizgâhımızı tamamladıktan sonra sıra sizin için hazırladığımız mini film listesinde…

        Bizim Aile: Zenginlik ve fakirlik arasındaki ciddi çatışmayı ders vererek hikâyeye döken film, samimiyetin her şekilde kazanıp, kibrin/egonun kaybedeceğini göz önüne seriyor. Bardağı dolu tarafından görmemizi sağlayan film, kişisel bütünlüğün anlaşılması ve irdelenmesi adına metin altı okumalara gönderme yapıyor. Filmin ana fikri; kişinin öz farkındalığı kavrayıp, kendini tanıması… Yani kısaca kişinin özünün, sözünün ve eyleminin tutarlılık içerisinde olması… Tıpkı Yaşar Usta gibi. Yaşar Usta’nın o dilimize pelesenk olan ve dimağımıza yapışan o meşhur lafı şu şekilde başlar: "Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın, paran var, pulun var, her şeyin var, binlerce kişi çalışıyor emrinde, yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu, karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmasın! Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören, anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor, ama ben boşuna konuşuyorum, sevgiyi tanımayan adama, sevgiyi öğretmeye çalışıyorum. Hıh sen, büyük patron, milyarder, fabrikalar sahibi Saim bey! Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm! Ben, Yaşar Usta! Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok, ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın, yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi, çünkü biz birbirimizi parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Biz bir aileyiz, bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme! Eğer onların kılına zarar gelirse, ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, yaşar usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni! Anlıyor musun, vururum ve dönüp arkama bakmam bile!"

        Bu yukarıdaki repliği unutmak mümkün mü? Şu ana kadar hafızalarımıza kazınan bu kadar okkalı bir söz yoktur herhalde… İdealist bir baba olduğunu gösteren Yaşar Usta nasihat vererek ve kelimeleri adeta birer silah olarak kullanarak kibirli insanların yüzlerine çarpar. Her ne kadar sert ve eleştirel bir bakış açısına sahip olsa da, yumuşak kalpli Yaşar Usta ve onun gibiler evlatları için ölümü dahi göze alırlar. Esasen Yaşar Usta kendi dünyasında kavrulan bir adamdır, fakat çocuklarına zarar geleceğini hissettiği an yırtıcı kuş misali saldırmaya başlar. Şu bir gerçektir ki, insanı en acıtan şey aslında eylemler değil, sözlerdir. Sorarım size sözlerden daha büyük bir silah olabilir mi diye? Mecazi anlamda da olsa, sözler insanı yerin dibine sokar ve un ufak olursunuz. Böyle bir baba profilinin hala bu devirde kalıp kalmadığı ise ayrıca merak konusu…

        Aile Şerefi: Melodramatik kara filmlerden biri olan “Aile Şerefi” baba Rıza’nın acıklı hikâyesini anlatır. At arabasıyla maden suyu, eşya vs. taşıyan Rıza'nın beş çocuğu vardır. Bir gün küçük oğluna araba çarpar ve bütün aileyi sarsar. Zengin bir ailenin çocuğu olan Oktay -küçük oğluna çarpan arabanın sahibi- Rıza'nın kızını kaçırır ve tüm aile birleşip her şeye karşı koymaya karar verirler. Hatta şöyle akılda kalan bir repliği vardır:

        -Baba bana o kızı al

        -Ama sen maymun iştahlısındır bıkarsın hemen

        -O zaman atarım. Al onu bana

        -Sana dünyalar feda

        Bir babanın çocuğu için gerektiğinde vahşi olabileceğini ortaya koyan film, seyirciyi etkiler, seyirci adeta beyninden vurulmuşa döner. Bu bir namus filmidir. Aile bağı ile birleşen göz yaşartıcı müzikler ise aile olmanın önemini her şekilde perdeye yansıtır. Ekonomik özgürlüğü olmayan aileler fakiriz, ama gururluyuz derler ya hep, işte bunu aynen filmde izliyoruz. Onların gönülleri zengin, yeter de artar!

        To Kill a Mockingbird(Bülbülü Öldürmek): Bülbülü Öldürmek, Harper Lee'nin1960'ta yazdığı,Pulitzerödüllü aynı adlı çok satan otobiyografik romanından uyarlanıp, Tim Burton tarafından yönetilmiş efsane bir filmdir. Hikâyede, kasaba avukatı olanAtticus Finch karakterini canlandıran Gregory Peck, çocuklarını hiçbir şekilde pohpohlamaz. Bunun tek bir sebebi var, o da şu: ilkel veidealistbir avukat olmayı asla bırakmayan Gregory Peck, 1930'larda ırkçılığın doruk noktasında olduğu bir zamanda, beyaz bir kadının ırzına geçtiği iddiası ile tutuklanan siyahi gencin savunmasını üstlenir, bu da onu stresli ve gergin yapar. Anlayacağınız baba olarak mizacı öyledir. Her baba farklı bir karakteri yansıttığından dolayı, onları aynı kefeye koyamayız. Önemli olan sevgi ve birlikteliktir. Nasıl olduğunun çok da önemi yok, ancak Gregory Peck çocuklarına karşı açık olup, aşırı korumacı olmasaydı, belki her şey çok farklı olabilirdi. Aşırı korumacılığın fazlası zarar…

        Big Fish: Bir keşiftir, bir yolculuktur “Big Fish”… Büyük balığın küçük balığı yediği film, mitleri, gizemi ve bu gizemi çözecek okültik şifreleri hikâyeye aktararak, geçmiş ve bugün arasında muazzam bir iç yolculuğa çıkartır izleyiciyi… Karakterin yaşadıkları ile beraber yola çıkan izleyici, hiç tahmin edemeyeceği soğuk gerçeklerle baş başa kalır. Hani derler ya geçmişte çok şey yaşandı diye aynen o hesap… Geçmişi dolu dolu yaşayan insanlar geçmişten bugüne çok fazla hikâye getirdikleri için bazen o hikâyeleri çözümlemek bize düşer.

        Hikâyemiz şu şekilde peliküle akar: Başkarakter ölüm döşeğinde olan babasının yanına döner. Sıra dışı babasını yakından tanıyıp onu tahlil etmek için, gençliğinde yaşadıklarına dair bazı bilgiler toplamaya başlar. O bilgeleri çözümlemek oldukça zordur, çünkü orada hayatın bazı kodları saklıdır ve onları yalnızca başkarakter analiz masasına yatırabilir. Baba ve oğlu arasında oluşan içsel bağ insanı bambaşka diyarlara götürür, buradan hareketle; zafer ve yenilgilerle dolu maceraların aynı anda harmanlanması dramatik bir portre çizer. Karakterin kişisel dönüşümünü ortaya koyarak patika açan film, bazı şeyleri hazmetmenin hiç kolay olmadığına ışık yakıyor. Karakter babasının geçmişi ile ilişki kurarak kendi özünü buluyor. Bir taşla iki kuş vurmak gibi…

        Filmdeki replik ise bir hayli kafa kurcalayıcıdır: “Doğduğun gün ile ilgili gerçek hikâyeyi duymak ister misin? Tamam... Baban senin doğum gününde burada değildi, şehir dışındaydı... Apar topar geldi... Yetişemediği için çok üzgündü... Bence onun anlattığı hikâye daha iyi evlat... Bana hangisi doğum günü hikâyen olsun deselerdi babanın anlattığı hikâyeyi tercih ederdim...”

        The Road: “The Road”,Cormac McCarthy'nin 2006'daPulitzer Ödülükazanan aynı isimdeki romanından uyarlanmışpost-apokaliptikdramfilmidir. Dünyayı yok eden yıkıcı afet nedeniyle hayatta kalmaya çalışan baba oğulun amaçları, güneye giderek sıcak bir iklimde yaşama arzularıdır, ancak bu mümkün olmayacaktır, çünkü birçok hayvan ve bitki türü yok olmuştur.Yaprağı kalmayan ve kökleri zayıflayan ağaçlar patır patır dökülmekte olup, buna kimsenin çare bulamaması dünyanın çöküşünün bir göstergesidir. Güneşin çoğunlukla kendini gösteremediği dünyada hayatta kalan çok az insanın büyük bir bölümü toplayıcılık ve yamyamlıkla yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Distopik dünyada bu kadar kötü olaylar yaşanırken, babanın çocuğunu yanından ayırmadan sürekli korumaya çalışması, umutsuzluğa yenik düşmemesi filmi izlenilir kılıyor. Tüm bunları düşündüğümüzde/göz önüne getirdiğimizde, bir baba ile oğlun hayatta kalma mücadelesini izleyip de etkilenmemek elde değil…

        Diğer Yazılar