Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Tarih tekerrürden ibarettir derler. Bir bakıma öyle… “Tarihini iyi bilmeyen insan geleceğini bilemez” lafının öneminden yola çıkarak, tarihte derin ve kötü izler bırakan diktatörleri irdeledik. Ağustos’un son haftası vizyona giren “The Man From U.N.C.L.E” Hitler’i araya yerleştirerek geçmişi hatırlamamızı istiyor. Filmin vizyona girişi kafamızda ampul yanmasına neden oldu ve sonra böyle bir dosya hazırlamaya karar verdik. Keyifle okumanızı dileriz, sizi yazı ile baş başa bırakıyoruz.

        Tarihteki meşhur zorba diktatörleri hepimiz çok iyi biliyoruz ve onları ele alan filmleri de… Bu diktatörleri kısaca sıralarsak; Maximilien Robespierre, Korkunç İvan, Joseph Stalin, Adolf Hitler, Vladimir Lenin, Francisco Franco ve Benito Mussolini…

        Mesela İspanya’yı katleden Franco çoğu zaman filmlere konu olmuş, ancak uyguladığı yaptırımlar ve şiddet hiçbir şekilde perdeye yansımamıştır. İspanyol Sineması genellikle bazı olayları üstü kapalı bir biçimde öyküye döker, bu sebeple perdede sürekli yıkık evleri ve kasabaları görürsünüz. Bunu açarsak; bir yanda mahvedişmiş güzelim kasaba ve diğer yanda da o kasabadan kurtulmaya çalışan, hayali dünyaya balıklama dalış yapan karakterlerin yaşantısı! Aslında altında yatan neden şu: kötülük varsa, iyilik de vardır ve iyilik kötülükle savaşır. Olumlu düşünceyi hikâyeye zerk eden İspanyol Sineması yapıcı bir politika güder.

        GERÇEKLER DEĞİŞMEZ

        ‘Güneş balçıkla sıvanmaz’ atasözünü filmlerin merkezine yerleştiren İspanyol Sineması gerçekleri bize yumuşatarak anlatmaya çalışır ve bunu da iyi başarır. Tarihte bazı olaylar birçok insanın aleyhine sonuçlanmıştır. Tabi şunu da unutmamak lazım: tarihte keşke öyle olmasaydı, böyle olsaydı dediğimiz şeyler yüzünden çok pişmanlık çekenler var, bu yüzden geçmişte yaşananlar, filmlere benzer şekillerde yansır.

        Peki, Amerikan Sineması için durum nasıl? Amerikan Sineması şiddeti olduğu gibi göstererek araya bazı özel efektler yerleştirir ve hikâyeyi bazı kurgusal yan hikâyelerle destekler. Amerikan Sinemasında öne çıkan genelde Adolf Hitler’dir. (Referans film: “Operation Valkyrie”) Hitlerle ilintili olan çok fazla film olması tarihe değişik açılardan bakmamıza yardımcı olur. Zaten Hitleri gündeme almayan filmler bile Hitler’e atıfta bulunur ki, bu şaşırtıcı değildir. Tarihi tüm çıplaklığıyla izlediğimiz filmler, geçmişin izlerini taşıdığı için, izleyenlerin kalbine bir hançer gibi saplanır.

        Bunlardan biri olan Quentin Tarantino imzalı “Inglourious Basterds” (Soysuzlar Çetesi) vahşeti kanlı sahnelerle seyirciye aktararak, hem kendi anlatım biçimini ortaya koyar, hem de faşizmin ağlarını örer. Bütün zorbalıklar filmde mevcuttur, zaten Tarantino sert dokunuşlarıyla ünlüdür.

        KORKUNÇ İVAN VE STALİN DÖNEMİ

        Geldik Rus Sinemasına… Sinemaya damga vuran en önemli yönetmenlerden sayılan Sergei Eisenstein, RusÇarıIV. İvan’ın hayatını kadraja alır. İvan hepinizin de bildiği gibi korkunçtur, nedeni de birçok kişiyi katletmiş oluşudur. Filmde, İvan'ın kahramanlığından çok paranoyak yönleri öne çıkarıldığı ileri sürülür ve film Stalin tarafından engellenir. Ufak bir dipnot: Film, Stalin’in ölümünden sonra gösterime girer. İki bölüm olarak çekilen filme her ne kadar el konulduğu belirtilse de, varlığını günümüze kadar koruduğunu ifade edenler de vardır.

        İlk film şunu anlatır: hikâyeye göre İvan ulusal bir kahraman olarak tanımlanır vesonrasında ise Stalin’in beğenisini kazanır. Stalin İvan’ı kendisine benzetmektedir, çünkü İvan Stalin’in izinden gider. Çocukluğunda yaşadığı travma ve bazı kötü olaylar nedeniyle İvan, korkunç İvan’a dönüşmüştür. Eisenstein’ın filminde İvan’ın çocukluğunda yaşadıklarına dair hiçbir iz yoktur, ama Andrei Tarkovsky’nin filminde vardır, çünkü Tarkovsky tarihsel olayları bazı düşsel imgelerle birleştirir. Jean-Paul Sartre,İvan’ı Sovyet gençliğinin savaşla ilişkileniş biçimi olarak görür. Hemen ufak bir parantez açalım: Tarkovsky aynı İvan gibi çocukluğu elinden alınmış dünyada başka çocukların yaşadığını vurgulayıp, filmsel gerçekliğe doğru yönelir. Her çocuk masumdur, ama çocuğun önünde cereyan eden kötücül olaylar çocuğun psikolojisini bozarak hiç olmadığı bir karaktere bürünmesine sebebiyet verir.

        İvan’ı bir nevi şeytan olarak tanımlayabiliriz. Neticede şeytan da melekti, ama işlediği bir günah yüzünden şeytana dönüştü. Hitler için de aynı benzetmeyi yapabiliriz, zira Hitler’in çocukluğunun bir kısmı, iyi bir kısmı kötü geçtiği için yolunu bulamadı, bulsaydı belki o derece diktatör olmazdı. (Referans film: “The Man From U.N.C.L.E”) Psikoloji şunu der: çocukluğunda travma geçiren ya da şiddetle iç içe olan çocuk büyüdüğünde ya zalim olur ya da psikopat… Bazen yanı başımızda gelişen devlet sorunları, savaşlar, katliamlar ve faşist eylemler, çocuklara zarar verir.

        Gelelim Vladimir Lenin’e… Lenin için hep o bir diktatör değil, sosyalist bir devrimci derler, ama Stalin neyse Lenin de odur. Lenin’i konu eden filmler ise sırasıyla şöyle: “İl Treno di Lenin” , "Good Bye Lenin!", “Tan de Repente”, “It’a a Digital World”, “Reds”, “Révolution d'octobre”, “Diadi gantiadi”ve daha niceleri…

        FRANSIZLARIN VE İTALYANLARIN DİKTATÖRLERİ KİM?

        Üç ülke sinemasında olan bitenleri aktardıktan sonra Fransız sinemasında neler olup bitiyor biraz da ona bakalım. Fransa’nın meşhur diktatörü Maximilien Robespierre’i konu alan “Reign Of Terror” 1950 yılında monokrom (siyah-beyaz) teknik formatıyla perdeye uyarlanmış ve beğenilmiştir. Film kara hikâye, macera ve dramın birleşiminden oluşur ve Fransız Devriminde yaşanan olayları kara film tekniğiyle ele alır zaten o yıllarda kara film sinemaya iyice hâkim olduğu için, böyle bir filmin yapılması kaçınılmaz olur bir nevi…

        Maximilien siyasal yönetimin azınlıklar aracılığıyla sömürüldüğüne ve herkesin onlara boyun eğdiğine inanıyordu, bu yüzden de katı tarafını gösterdi. Birçok kişiyi katleden

        Maximilien zaman zaman dengesizleştiği için ani kararlar verdiği yönünde söylentiler var. Bunu bir örnekle tamamlayalım: Hukuk mezunu olan Maximilien hâkimlik yaparken bir daha ölüm cezası vermemek üzere görevinden istifa eder ve akabinde bir caniye dönüşür. Ölüm cezası vermeyeceğini ifade ettikten kısa bir süre sonra ise Kral Louis’in öldürülmesi adına bütün numaralarını uygular. Maximilien’in kafayı yediği yer jakobenler kulübüdür. Demek ki, oraya giren sağlam çıkamıyor.

        İtalyan sinemasında da durum bundan farklı değil. Adolf Hitler'le Roma-Berlin mihverini kuran faşist lider Benito Mussolini, Hitler'in etkisinde kalan bir diktatördür. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya’da çıkan kaosu iyi değerlendiren Mussolini çöken ekonomiyi fırsat bilerek, siyasi kargaşa içinde yer alan sağcı grupları, kurmuş olduğu faşist partiye yönlendirdi ve böylece korkulu rüya başladı. Mussolini’nin yaptıklarına karşı esprili bir şekilde yaklaşan “Tea with Mussolini” filmi, Cher ve Judi Dench gibi popüler isimleri bünyesine alarak seyircinin bir hayli ilgisini çekti. Filmi Türkçe ’ye çevirdiğimizde ortaya enteresan bir cümle çıkıyor: “Mussolini ile Çay”. Bu da bize filmin Mussolini’ye atıfta bulunduğunu gösteriyor. Filmin anlamı isminde saklı! Özetle; Mussolini halkını Hitler-vari metotlarla ezmiş bir zorba bir liderdir.

        Sonuç olarak; tarihsel sürecin filmlere doğru akıyor oluşu, görsel hafızamızda kendine önemli bir yer ediniyor. Zaten görsel olan her şey daha çok akılda kalır. Tarihle çok fazla ilgisi olmayanların bile filmler aracılığıyla tarihe ilgi duymaları mümkün… Tarih hem araştırılmalı, hem de yaşanmalıdır. Yaşanmalıdır derken şunu kast ediyoruz: bir film izlerken her şey gözünüzün önünden geçiyor, aynı tarihte meydana gelenler gibi… O yüzden tarihi iyisiyle, kötüsüyle ele almalıyız.

        Diğer Yazılar