Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yönetmen Darren Aronofsky nasıl bir adamdır? Aronofsky karakterlerin yüzündeki acıyı aynen yansıtan ve karakterlere, çözemeyecekleri sorunları yükleyen dehşet bir adamdır. Estetik ve karanlığı birbirine o kadar iyi bağlar ki, filmleri çoğu zaman Dostoyevski gibi kokar. Psiko-analitik yoruma açık olan Aranofsky, filmlerini sonlandırmaz. Hevesimizi kursağımızda bırakır. Aranofsky’nin yaptığı en önemli şeylerden biri, karakterlerinin ‘acı eşiği’ni ölçüyor oluşudur.

        Sinefillerin en büyük hayranlarından biri olan Darren Aronofsky’nin Harvard Üniversite’sinden mezun olduğunu biliyor muydunuz? Aslında tahmin etmek güç değil, çünkü yaptığı filmler Aranofsky’nin zekasını yansıtıyor. Artistik olmayı seven sanat düşkünü (özellikle graffiti) Aranofsky, küçüklüğünden beri klasik filmlere hayrandır. Klasik filmlerde keramet olduğuna inanan ve bu yüzden yelpazesini geniş tutan Arnonofsky, siyah-beyaz filmlere karşı olan ilgisini filmlerine aktarır. Graffiti sanatı ile içli dışlı olan Aronofsky’nin üniversitede aldığı ‘canlı animasyon’ eğitimini başarıyla tamamlaması için bir bitirme projesi üretmesi gerekir. Aranofsky de “Supermarket Sweep” isimli bir bitirme projesi yapar. Aranofsky bu proje ile “Ulusal Öğrenci Akademi” ödülünü alır. Aronofsky, siyah-beyaz filmler ile mucizeler yaratacağına inandığı için, “Pi” isimli siyah-beyaz bir film çeker. Kimileri Arnofsky’nin maddi gücü olmadığı için siyah-beyaz film çektiğini düşünür, ancak durum bunun tersidir. Aranofsky ‘retro’ görünümlü modern filmleri her zaman daha dikkat çekici bulmuştur, bunun sebebi de eski ve yeninin birbirini daha iyi tamamlıyor oluşudur. Aronofsky modernize motiflerle, nostaljiyi birleştirir ve ortaya deneysel bir iş çıkar. Aranofsky kendince yöntemler geliştirir. Korkusuz olan Aronofsky, dinsel unsurlardan beslenir. Dini teorilere kafayı takan yönetmen, “Pi” filmini ‘Kabbala’ teorisinin üzerine kurar.

        “Pİ VE KABBALA TEORİSİ”

        Kabbala ölümlü ve sonlu evren arasındaki ilişkiyi, teorisel olarak açıklamayı amaçlayan dini bir sistemdir. Kabul etme anlamına gelen Kabbala, soyut verilerle ilgilenmez, tam tersine Kabbala, insanoğlunun nasıl yaratıldığı ve yüksek tekamül seviyelerinde nasıl faaliyette bulunduğuna parmak basar. Manevi alemdeki evreni yöneten kanunlar, güçleri betimler ve devreye üst dünya fiziği girer. Kabbala inancına göre; insanlar manevi dünyayı nasıl deneyimleyeceklerini ararlar. Buradaki bilgelik tamamiyle, manevi dünyanın aksı gibidir. Kabbala’da iki güç vardır, bunlar alma ve ihsan etme arzusudur. Tüm yaratılış; alma arzusunun bir tezahürüdür. Kabbala sadece yaratılışın özünden bahsetmez, aslında Kabbala varoluşu sorgular.

        Filme dönecek olursak; ‘Fibonacci’ sayı dizilimi ile Kabbala’yı ustaca birbirine lehimleyen Aranofsky yer yer ‘golden ratio’ ile bağlantı kurar. Sarmal temalı depresif bir film olan “Pi” doğa kanunlarının, sayılar aracılığıyla düzenlendiğini ileri sürer. Tecimsel dengeyi iyi tutturan Aranofsky, sahnelerin aralarına bol bol matematik formülleri yerleştirir, sanki John Nash’e atıfta bulunur gibi… Aranofsky matematikteki irrasyonel ve transandantal sayılar arasındaki dengeyi bulmaya çalışır. Aslında filmin Pi sayısıyla hiçbir ilgisi yoktur. Şizofren bir matematik dehasının, metafizik bunalımlarını merkeze alan Aranofsky, tüm bunları olasılık teorisine bağlar. Hatta bunun örneği filmde şu şekildedir: “Matematik tabiatın dilidir”, “etrafınızdaki tüm varlıklar ve olaylar rakamlarla anlatılabilir”, ve “doğanın her yanında şekiller vardır”. İşte bu üç metamatiksel anahtar, filmin en önemli bölümüdür. O halde film için ‘psigorculuk’ yapıyor diyebilir miyiz? Belki…

        EVRENİN SIRRI 216 BASAMAKLI SAYIDA GİZLİ…

        Genel tabiriyle, film bize şunu anlatır: obsesif ve şizofren bir matematik dehası, doğadaki herşeyi sayılarla açıklamaya çalışır ve evrenin sırrının 216 basamaklı bir sayıda gizli olduğunu keşfeder. Ardından bir yahudi (kabbalacı) ile tanışır ve işler iyice arap saçına döner. Aranofsky’nin filme yaftaladığı mesajlardan biri olan ‘matematik doğanın dilidir”, dinsel kökenli nümorolojinin başka bir versiyonusur sanki… David Lynch’in “Eraserhead” filmine şapka çıkartan Aronofsky, insanın iç yolculuğundaki tanrı arayışını ön cepheye yerleştirerek, olanaksızlar dünyasına geçiş yapar ve ruhani getirileri irdeler. Bunun dışında Aronofsky, soyut kavramları, somut kavramlar üzerinden aktarır. Somut örnekler Aristo’nun doğa kanunundan spiral döngüselliğe kadar uzanır. Filmi teknik açıdan ele alırsak; Aranofsky’nin grenli ve siyah-beyaz görüntüleri gerçekten etkileyicidir. Sözgelimi Aranofsky ‘indoor’ çekimlerde herşeyin siyah-beyaz olmasını sağlayan bir metot kullanır. “Pi” ile zekasını konuşturan usta yönetmen, David Lynch’i sevdiğini ve takdir ettiğini her fırsatta dile getirir. Bunun en iyi örneklerinden biri de “Requiem For A Dream”dir.

        BAĞIMLILIK VE SİSTEMİN ÇÖKÜŞÜ…

        Uyuşturucu bağımlısı bir genç, televizyon bağımlısı annesi ve aralarında yaşanan çelişkili olaylar zinciri… Uyuşturucu bağımlılığı ile televizyon bağımlılığını mütalaa eden film, gerçek ve hayal arasında gidip gelen anne ve oğlunun mistik maceralarına doğru yelken açar. Hayata umutsuz bakan insanlara taş atan Aranofsky, bize onların içsel dünyasını gösterir ve duygusal yıkımlarını mistik yollarla anlatır. ‘Tükenmişlik sendromu’ yaşayan anne ve oğulun sorunlarını mutsuzluğa bağlayan yönetmen, uyuşturucuyu bir iblis gibi tanımlar. Koskoca bir devletin çöküşü misali… Sürekli kabus gören anne ve oğul aşktan, yalnızlıtan, bağımlılıktan ve arkadaşlıktan yana dem vururlar. Adeta ruhları kararmıştır. Düşünce sisteminin çöküşünü detaylı bir şekilde inceleyen Aranofsky, içsel buhranı, depresyonu ve ağır psikolojik sorunları hikayesine ekleyip, onları yumurta çırpar gibi bir şekilde birbirine ekler.Kompozisyonu iyi kuran Aranofsky, mekanı ve karakterleri orantılı bir şekilde kurgular. Çapraz kurguyu hikayenin üzerine iyi oturtan yönetmen, yarı-klasik ve yarı-enigmatik müzikleriyle seyirciyi avucunun içine alır. Aranofsky senaryonun matematiğine önem verdiği için birçok detayı aynı anda düşünür. Muğlak bir hikaye yaratmak her zaman Aranofsky için kaçınılmazdır. Aranofsky çoğu zaman denklem çözdürür bize.

        Hazır denklemden konu açılmışken; Aranofsky’nin “Fountain” filminden bahsedelim. Film; geçmiş, bugün ve gelecekten oluşur. Yani bu üçü arasında bir köprü kurar. Yönetmen, aşka dair sonsuzluğu, geçmiş, bugün ve gelecekle ilişkilendirmeye çalışır. Tabi her bir epizotta anlatılan tema oldukça sıradışıdır. Filmi üç epizota bölebiliriz: geçmiş, bugün ve gelecek… Bu üç epizot belli bir noktada kesişir. Felsefik aydınlatmalar filme yön vermeye başladıkça kafamızda sorular belirir ve o sorulara rasyonel cevaplar ararız. Bu sebeple işimiz iyice zorlaşır. Yine “Pi”de olduğu gibi matematiksel formüller filmi çevreler. Epizotları birbirinden bağımsız olarak değil de, birbiri içinde anlatmayı seven Aranofsky görsel malzemeyi eline yüzüne bulaştırmadan hikayesine şekil verir. Bir hayli zeki olan yönetmen, bazen karşısında seyircilerin olduğunu unutuyor ama bunu bilerek yapmıyor. Ancak onun iyi kavradığı şeyleri biz onun gibi iyi kavrayamıyoruz. Simgeleri ve basit tarihi açıklamaları filmin kadrajına alan Aranofsky, esasında kendi kimliğini bulmaya çalışır. Farklılıkları ve tezatlıkları deneysellikle bastırmaya gayret eden Aronofsky karmaşanın en büyük oyun olduğuna inanmaktadır. Zoru ‘zor’ olarak görmeyen usta her filminde yeni şeyler dener. Bazen bu Aranofsky’yi bunaltır ama, Aranofsky çoktan bu yola girdi bile…

        KARMAŞA İÇİNDEKİ KARMAŞA OLDUĞU GİBİ RESMEDİLİR

        Aranofsky’nin en önemli filmlerinden bir diğeri ise “Black Swan”dır. Çok yetenekli bir balerin olan Nina, annesi Erica ile yaşamaktadır. Oyun yönetmeni Thomas “Kuğu Gölü”nün baş balerini Beth’i değiştirmeye karar verir ve ilk tercihi de Nina’dır. Balenin Beyaz Kuğu ile Siyah Kuğu’yu aynı anda canlandırabilecek birine ihtiyacı vardır. Nina’nın yeni rakibi, Thomas’ı etkilemeyi başarmıştır. İki genç dansçı arasındaki rekabet garip bir arkadaşlığa dönüşürken, Nina’nın karanlık tarafı da ortaya çıkmaya başlar. “Ben Kimim” sorusunu aklımızın en ücra köşesinden çıkartarak gündeme oturtan Nina’nın iç hesaplaşmaları filmin çıkış noktası… Aranofsky’nin önceki filmlerine bakacak olduğumuzda, karmaşa içindeki karmaşanın olduğu gibi resmedildiği konusunda hemfikiriz öyle değil mi?

        Detayları anlamlandıran Aranofsky, ablukası altına aldığı hikayeleri, yüzeysellikten kurtararak sanki elekten geçirircesine süzer. Süzerken de fazlalıkları geri dönüşüm kutusuna göndermeyi ihmal etmez. Alamet-i farikasını ortaya koyan ve ruhunu sinemaya teslim eden Aranofsky özgün fikirleriyle daha önce denenmemişi deneyerek, ucu açık sorulara yanıt arar. Aranofsky’nin pastel renklerle boyanmış iç dünyası, her daim seyircinin ilgisini çeker. Aranofsky genellikle çizgisini bozmadan yoluna devam eder. Bağımsız oluşunun tadını çıkartan Aranofsky, hikayelerini parsellere ayırır ve ayırdığı parselleri yeniden birleştirir.

        ARANOFSKY ‘NOAH’A KENDİ YORUMUNU KATTI

        Yanıltıcı tekniğiyle algımızı yöneten Aranofsky, bugüne kadar gerçekten çok güzel işler başardı ancak son çektiği “Noah” için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil çünkü Aranofsky filme kendi yorumunu kattı. Bazı dini temalara el atmamak lazım yoksa sıkıntı yaratır. Sanırız Aranofsky ilk ve son filmi arasında bir bağlantı kurdu. Yine de böylesine önemli bir dini olayı film yaptığı için Aranofsky’yi tebrik etmek lazım. Yalnız filmde kafamızı kurcalayan çok önemli bir mesele var, o da şu: insanların ömrünü 150-200 yıl olarak biçen Yaradan, insanlar kötülük yapmaya başlayınca insan ömrünü 120 yıla indirgemiş. Yaradan insanları yaratırken, kötülüğü hesaba katmamış. Filmde bize bunlardan bahsediliyordu ama bunların doğru olup olmadığını ne yazık ki bilemiyoruz, sanki konu biraz havada kaldı. Aranofsky bize sürekli Nuh ve ailesini gösterdi ve bazı şeyleri es geçti. Altı doldurulamayan diyaloglar da seyirciyi epey düşündürdü. Bunun dışında semavi dinlere göre; Nuh’un gemisine her hayvandan sadece bir tane binebiliyormuş, ama filmdeki Nuh’un gemisine birçok hayvan bindi. Bu bağlamda Aranofsky bizi herşeyi bilen izleyici yerine koydu. Eh, ne de olsa her yönetmenin kendine has bir yoğurt yiyişi vardır.

        Sonuç itibariyle; basit yaşamı engebeli hale getirerek aktardıklarını yaşatmayı bilen ‘hip hop montaj’ tekniğini kullanan ve karakter çatışmasına odaklanan Aranofsky, rahatsız edici algılar ve ürkütücü karakterlerle tarzını ortaya koymuştur. Çoğu kişi onu ‘paranoyak entelektüel’ olarak anar, ama bu doğru değildir. Genel itibariyle; Aranofsky, yaşam, ölüm, doğaya meydan okuma, aşk ve bağımlılık gibi temaları işler. Aranofsky insanın varoluşsal problemlerini ve bu amaç uğruna doğaya, insana ve yaradana yaptığı meydan okumalarını tematik olarak hikayeye aktarır. Aranofsky aslında garip takıntıları olan bir yönetmendir. Filmleri Dostoyevski’nin romanları gibidir. Belli kalıplara sığmayan geniş çekim tekniğini kullanan Aranofsky her daim özgür ruhlu bir sinemacıdır. Bakalım bir sonraki projesi nasıl olacak..?

        Diğer Yazılar