Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ARZU ÇEVİKALP/ acevikalp@haberturk.com

        30 yıl süren Franco’nun baskıcı rejimi altında, İspanya’nın canlı film endüstrisi oluşturması ve yetenekli yönetmenlerin, kendilerini özgürce ifade etmeleri neredeyse imkânsızdı. Ancak Franco’dan sonra İspanyol filmleri en iyiler arasındaki yerini aldı. Tabi şu gerçeği de unutmamak gerek, İspanyol Sinemasının küreselleşmesi Luis Buñuel ile gerçekleşti, Pedro Almodóvar ile de perçinlendi. Arada çok değerli isimler de var, onlar da İspanyol Sineması’nı iyi bir noktaya taşıdılar.

        İspanyol sinemasını Hollywood sinemasından ayıran en büyük fark nedir? Tabi ki ‘öyküleme tekniği’. İspanyol Sineması her zaman hikâyenin akıcılığına ve karakterlerin detaylı olarak incelenmesine özen gösterir, Hollywood sineması ise görsel efektler ve bazı sinematografik tekniklerle izleyiciyi kandırır. Görsel efektlerin büyüleyici etkisiyle beraber hikâyedeki gediklere takılmayan izleyici öyle bir şölen yaşar ki, hiçbir şeyi sorgulamaz bile… Oysaki İspanyol Sineması gerilimin dozajını arttırarak seyirciyi perdeye bağlar. Her iki sinemanın da kendine göre avantajı ve dezavantajı vardır. Burada önemli olan sinemasal beklentidir. İspanyol sinemasını iki dönem olarak inceleyebiliriz: Franco öncesi ve sonrası… Peki, Franco öncesi İspanyol Sinemasında neler oldu? Hemen aktaralım.

        FRANCO ÖNCESİ İSPANYOL SİNEMASI…

        İspanya; film endüstrisini geliştirmek için birçok yola başvurur. Ancak, Prime De Rivera’nın 1923-30 yılları arasında yaptığı bazı girişimler ne yazık ki, ordu diktatörlüğü tarafından engellenir. Sesli sinemanın gelişiyle, bazı sinemacılar hem demokratik hükümete çıkışmak, hem de film endüstrisini geliştirmek adına atılımda bulunurlar. Bu nedenle ilk dağıtım şirketi CIFESA 1934’te kurulur. Ancak Luis Buñuel gibi değerli bazı yönetmenler Amerikan filmlerinin, İspanyolca versiyonları üzerinde çalışmak için Hollywood’a giderler. Buñuel, Hollywood’ a gitmeden evvel “Las Hurdes” i (Ekmeksiz Toprak, 1933) çeker. İspanya’nın kurak bölgelerinde yaşayan yoksul köylüleri anlatan belgesel, toplumsal sorunları (iç savaş öncesi) acı bir şekilde ortaya döker ve sırf bu nedenle yasaklanır.

        İspanyol İç Savaşı’ndan sonra başa geçen bazı Milliyetçi gruplar, katı ahlaki kuralları topluma dayatarak sinemayı kontrolleri altına alır. Franco’nun otobiyografik romanından adapte edilen faşist film “Raza” (Irk,1940) İspanyol Sinema’sı hakkındaki her şeyi gözler önüne serer. Tüm bu yaşanan sıkıntılara rağmen Juan Antonio Bardem ve Luis Garcia Berlenga öncülüğünde çok farklı bir İspanyol Sinema’sı ortaya çıkar. Mesela kara mizahla bütünleşen “El Verdugo” (Cellat, 1963) başarılı bir toplumsal eleştri ortaya koyar. Bunun dışında Franco döneminin İspanya’sını sıkı bir şekilde irdeleyen Luis Garcia Berlenga filmi “Muerte de un Cislista” (Bir Bisikletlinin Ölümü, 1955) ise Cannes’de “Grand Prix” ödülünü kazanır. Luis Garcia Berlenga’nın açtığı patikadan yürüyen Carlos Saura, Franco rejimine dair, bazı söylemlerde bulunur. Saura; burjuvazi, kilise, ordu ve cinsel tabuları derinlemesine analiz eder.

        “EL LABİRENTO DEL FAUNA” VE İÇ KRİZ…

        Genel analizimize göre; diktatör Franco döneminde, sanatsal ve kültürel anlamda üretilen eserlerin çoğu ideolojik olmakla beraber, faşist estetiğin eleştirel bakış açısına bir hayli ters düşer. Buna rağmen; faşist sanatın İspanya’daki teorisyenlerinden biri olan Ernesto Giménez Cabellero faşist sanat konusunda çalışmalar yapmıştır. Rejime; eleştirel olarak yaklaşan ve varlığını kabul eden sanat teorisyeni Euginio D’Ors, ise sanatın var olabileceği bir ortam yaratılması gerektiğini savunarak, dönemin modern çerçevesini çizmiştir. O halde Franco döneminde sinema yapan kişiler, o dönemi olduğu gibi aktardı diyebilir miyiz? Mümkündür… Dönem filmi yapan İspanyollar, iç savaş ve sonrasında, Franco tarafından hedef alınan mağdurların haklarını savunmak adına ‘gerçek filmler’ yaparlar. Hikâyesel gerçeklik tamamıyla Franco’nun siyasi rejimi ile ilintilidir. Yani filmler oldukça melodramatik ve hüzünlüdür. Siyasi otoriter rejimi, filmlerin merkezine alan sinemacılar, yaşadıklarını beyazperde aracılığıyla aktarırlar. Bunun en iyi örneği “El Labirento Del Fauno” (Pan’ın Labirenti, 2006) dur.

        İspanya’da faşist iktidarın gölgesinde yaşayan ufak kız, sadist babanın yaptıkları yüzünden kendini yalnızlığa iter. Babası etrafındaki herkese acı çektirmektedir. Dolayısıyla ufak kız gerçeklikten uzaklaşarak, hayallere doğru yol alır ve huzursuzluğun yerine, huzuru koymak için çabalar. Ama ne yaparsa yapsın kendini vahşetten kurtaramaz. 1944 yılı sonrası yaşanan iç krizi sert bir dille eleştiren film, sahne aralarına yerleştirdiği diktatör Franco’ya ait görsellerle seyircinin dört bir yanını kuşatır. Fantastik ve paralel kurguyla İspanyol İç Savaşı’na ait gerçekçi ve siyasi arka planı güzel bir şekilde işleyen film, bilinçaltımızda kayıtlı olan kötücül olayları, hayallerle değiştirmek ister. Bunu da öyle güzel başarır ki, izleyici keşke bir daha izleme şansımız olsa diye yineleyip durur.

        “EL ESPRÍTU DE LA COLMENA” VE ‘PURE CİNEMA’

        Yine benzer bir örnekle yola çıkan “El Esprítu De La Colmena” (Arı Kovanının Ruhu, 1973) filmi “El Labirento Del Fauno”dan aşağı kalmamaktadır. Yönetmen Victor Erice genellikle hayatın basit kuralları üzerine oturtur filmlerini. Aynı durum “El Esprítu De La Colmena” için de geçerlidir. Minimalist bir bakış açısına sahip olan Victor Erice, sinema dilini minimal okumalar üzerine kurar. Erice seyirciye tüm detayları vermek istemez çünkü o detayları seyircinin çözümlemesini bekler. Filmde ‘sembolik anlatım’a kucak açan Erice, diyalogları azaltarak beden dilini öne çıkarır, böylece Erice dramatik hikâyesinin taslağını oluşturmuş olur. Seyirciyi heyecanlandıran ve düşündüren Erice ‘pure cinema’ (arı sinema) konusunda bayağı çalışmıştır. Zaten Erice’in yapmak istediği şey de budur! Görsel efektlere müracaat etmeden “El Esprítu De La Colmena”yı çeken yönetmen, ‘varoluşsal yenidünya ‘ya kapılarını açar ve o dünyayı fantastik öğelerle birleştirir. Ütopik obsesyonlarla örülü film, bize yenidünyanın anahtarını teslim eden bir mucizedir sanki…

        Lafın gelişi, hayatın şifresi “El Espritu De La Colmena”da saklıdır. Bakınız: elinde bavulları olan iki küçük kızın tren raylarına doğru yürüyüşlerini resmeden fotoğrafik sahne… Banliyö yaşantısını uzun plan sekanslarla perdeye akıtan Erice, her zaman kendi sinemasal akımını kullanmayı tercih eden ender yönetmenlerdendir. “El Esprítu De La Colmena”, otoriter bir rejimin gölgesinde yaşayan ülkenin alegorisi olarak okunabilir. Önemli bir bilgiyi paylaşmadan yazının bir sonraki aşamasına geçmeyelim. Yönetmen Erice, hemen hemen otuz yıla yayılan kariyerinde sadece üç filmini tamamlayabildi ve bazı filmleri sansür lisansı almadan İspanya’da dağıtıma girmeyi başardı.

        JULİO MEDEM İSPANYOL SİNEMASININ EN ÖNEMLİ İSMİ…

        Franco’yu konu alan daha çok film var ancak satırlara bunu yansıtmak kolay değil, o nedenle bir iki örnek vererek aktarmak istedik. Franco sonrası sinemanın en kilit isimlerinden biri olan Julio Medem, “Te Doy Mis Ojos” (Gözlerimi de Al, 1995) tüm sinemaseverleri kendine doğru çekmiştir. Yönetmen Medem izleyicisine şu soruları yöneltir: Eğer yaşamınız şiddetle kuşatılsaydı, ne yapardınız? Normal bir hayat sürdürebilir miydiniz? Peki, ya kontrolü tamamen kaybetseydiniz, o zaman ne olurdu? “Görmek istemeyenden daha kötü biri yoktur” diye yanıt veren Medem, şiddet baskısı nedeniyle ikinci plana atılan kadınları filminin başköşesine oturtuyor ve onların düşüncelerini bizimle paylaşıyor. Bunun yanı sıra; genetik anomaliden mustarip şiddet yanlısı erkeklerin kadınlara yaptığı işkenceleri hikâyenin tepe noktasına ekleyen Medem, bu tercihiyle cahilliğe gönderme yapar. Tabi şunu da unutmamak gerek, şiddetin; şiddetle çözülmesi olanak dâhilinde değildir. Mesela filmin başkahramanı Antonio eşinin kıyafetlerini yırtarak, eşini çıplak bir halde balkona çıkmaya zorlar. Zaten bu sahneden her şey çok net olarak anlaşılıyor.

        PEDRO ALMODÓVAR İSPANYOL SİNEMASININ KRALIDIR

        İSPANYOL SİNEMASI BİR EKOLDÜR

        Özetle; Victor Erice’den bayrağı alan Pedro Almodóvar melodramatik filmlerle, milenyuma damgasını vurur. Buradan hareketle; aktarmak istediği duyguları dolambaçsız olarak ifade eden İspanyol Sineması yormadan ve usandırmadan derdini anlatır. Ayrıca hayatın tüm çetrefilleri (acı, kaygı, hüzün ve seks) iç içe geçer. İspanyol Sineması yaşam enerjisiyle doludur. Hikâyeler basit ama insana dairdir. Gerçekler öylece yansır hikâyelere… Hem içiniz ısınır, hem de yüreğiniz burkulur. Düşük maliyetle film yapan İspanyol Sineması, senaryo trüklerini sahne aralarına öyle güzel saklar ki, kendimizi ‘hide and seek’ oyunu oynar gibi hissederiz. Genel tablo nezdinde, İspanyol Sineması tarihten, insanın doğasından ve yer yer erotizmden beslenir. Çoğu zaman sembolik, çoğu zaman da ironiktir. Dramla komedi birbirine iyi bir biçimde entegre olduğu için duygularımız adeta tavan yapar. Bu yüzden ürettikleri senaryolar özgün ve yaratıcıdır. Genelde Türk Sineması’nda olduğu gibi, görselliğin ön planda yer almayışı (yazının girizgâhında bahsetmiştik), sinemasal anlatımın güçlenmesine sebebiyet veren unsurlardan biridir. İspanyol Sineması’nın yegâne amacı ‘ekol’ olabilmektir.

        Kültür Bakanlığı tarafından desteklenen İspanya, bu konuda oldukça rahattır. Çünkü ‘Kültür Bakanlığı’ yabancı filmlere ait altyazıların ücretsiz yapılmasını sağlar. Bunun en önemli nedeni de İspanyol Kültürü’nün korunuyor oluşudur. İspanyolca’nın yayılması da cabası!

        Nihai sona göre; karâkter çatışmasını ve kurguyu en iyi şekilde kullanan İspanyol Sinema’sı, profesyonel oyuncuları, sağlam hikâye çatısı ve düzgün görsel anlatımıyla, diğerlerine göre ‘yeni gerçekçi’ dir ve burjuvazinin ahlaki kurallarını reddeder.

        Diğer Yazılar