Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Sevgili okuyucularım...

        Bundan önceki iki yazımda, yaşamın evrimi fikrinin ilkçağdaki gelişmesini Aristoteles’in düşüncelerinin sonuna kadar getirmiştim. Aristoteles’ten sonra Yunan ve Roma düşünürlerinin doğaya olan ilgileri giderek azalmış ve düşünce tamamen insan merkezli olmuştur. Bunda Sokrat öncesi doğa bilimcilerden beri ortaya atılan doğa bilimi sorunlarına doyurucu cevaplar bulunamamış olmasının yarattığı ümitsizlikle, Roma İmparatorluğu’nda yaşamın daha pratik sorunlarına odaklanılmış olmasının etkisi büyüktür. Batı dünyası, Aristoteles’ten sonra Stoikler, Epikürcüler, Eklektikler ve nihayet Skeptiklerle birlikte sorunların çözümünü insan aklı dışında, insanın üstünde olduğu sanılan hayali tanrı veya tanrılar ve onlardan gelen vahiylerde aramaya başlamıştır. Buna en önemli istisna, Epikürcü düşüncenin Roma’daki en önemli temsilcisi olan Lükres’tir.

        DOĞAL YOLLA AÇIKLAMA

        Muhtemelen Romalı bir aristokrat olan Titus Lucretius Carus’un (MÖ 99-55) yaşamı hakkında bildiklerimizin hemen hepsi elimizdeki tek eseri olan De Rerum Natura’dan (Nesnelerin Doğası Üzerine) gelmektedir. Kendi yaşamını 44 yaşında intihar ederek bitirdiği bilgisi ise Kutsal Kitap’ı Latince’ye çeviren Aziz Eusebius Sofronius Hieronimus’un (MS 347-420) daha önceki tarih ile ilgili eseri Chronikon’dandır (Vakayiname, yani olayların birbiri ardına yazıldığı tarih eseri). Lükres’in intiharının sebebi tutulduğu amansız bir hastalık olarak tahmin edilmektedir.

        Lükres, bir şiir şeklinde kaleme aldığı eserinde dünyada ve evrende olan şeylerin hepsinin doğal yolla açıklanabilecek olaylar olduğunu ve bunların tanrı veya tanrılarla ilgisinin olmadığını iddia etmiş, Epikür’ü izleyerek tamamen ateist bir düşünce geliştirmiştir. Bu düşünceye göre tüm canlılar dünyada doğal yollarla oluşmuştur. Lükres’in eserinde aşağıdaki mısralar bazı yazarlar tarafından bir evrim düşüncesinin de bulunduğu fikrine destek olarak sunulmaktaysa da bunlarda bir türün diğerine evrildiği konusunda hiçbir ipucu yoktur. Lükres burada sadece canlı oluşumunun doğal yollarda olduğunu anlatmaktadır.

        “Dolayısıyla gene dünyanın

        Anne adına ne kadar lâyık olduğunu görüyoruz.

        Çünkü o insan ırkını doğurmuştur.

        Belli bir zamanda da

        Yüce dağlarda dolaşan her hayvanı,

        Havada uçan her kuşu muhtelif şekillerde oluşturmuştur.

        Fakat bak, yaşlanan her kadın gibi onun da doğum yılları sonlanmak zorundadır.

        O da yorulmuş bir kadın gibi durmuştur.

        Eskiden doğurduklarını artık doğuramamaktadır.”

        NUH’TAN SONRAKİ SAFHALAR

        Lükres’ten sonra giderek dinsel düşüncelerin egemen olması ise evrim düşüncesine başlangıçta herhangi bir zarar vermek bir yana, onu desteklemiştir. Mesela Hıristiyan dininin en büyük öğretmenlerinden ve kilise babalarından addedilen Aziz Aurelius Augustinus’un (MS 354-430) Putperestlere Karşı Tanrının Şehri adlı önemli eserinin (De Civitate Dei Contra Paganos: MS 413-426) 16. kitabı yaradılışın Nuh’tan sonraki safhalarını anlatır. Ancak Aziz Augustinus kıtalara çok uzak bulunan adalardaki kara hayvanlarının Nuh’un gemisindekilerden türeyip türemediği sorununa tatminkâr bir çözüm bulamamış, sonunda -gerçi gene Tevrat’ın Tekvin kitabının 1. bölümünün 24. paragrafında Tanrı’nın toprağa “Canlılar türet” emrine atıf yaparak- Lükres’in dediğine dönmüştür. Gemi Ararat’ta (bu arada Ararat’ın Ağrı Dağı olmadığını hatırlatayım. Ararat, Urartu ülkesi demek olup tüm Doğu Anadolu’yu kapsar) karaya oturduğuna göre, bu hayvanlar okyanus ortasındaki adalara nasıl gelmişlerdi? Sadece karalara en yakın adalardakiler yüzmüş olabilirlerdi. Diğerlerini belki insanlar taşımıştı. Tanrı’nın emriyle melekler de bunları adalara taşımış olabilirlerdi. Ama Aziz Augustinus adalardaki yaratıkların da Tufan’dan sonra buralarda topraktan türemiş olabilecekleri ihtimalini ortaya atmaktan başka çıkar bir yol bulamamıştır. (16. Kitap, 7. bölüm). Bunu hemen izleyen 8. bölümde Aziz Augustinus özellikle Romalı ansiklopedist yaşlı Plinius’un (MS 23-79) Doğa Tarihi (Historia Naturalis) adlı dev eserinde bahsedilen tek gözlü Arimaspi, ayakları geriye dönük Abarimon’un orman sakinleri, cinsiyetleri karışık Androgyni, ağızsız Astomi, tek bacaklı Monocoli (veya ayaklarının yarattığı gölgeye atfen Sciapodae), köpek kafalı Cynocephali, kızlarının 5 yaşında doğurduğu ve 8 yaşında öldüğü Calingi ve pigmeler gibi hilkat garibelerinin de Âdem ile Havva’nın soyundan olup olmadığı sorusunu tartışıyor.

        GARİP YARATIKLAR ÜSTÜNE

        Bunların bazıları insandan çok hayvan gibi geliyor Aziz Augustinus’a. “Hepsinin gerçekten var olduklarına inanmak zorunda da değiliz” diyor. “Fakat, bir insan, yani makul, ölümlü bir yaratık olarak kim doğmuş olursa olsun, vücut şekli, rengi, hareketi veya söyledikleri, veya doğasının herhangi bir hassası, kısmı veya özelliği bizim duyularımıza ne kadar garip gözükürse gözüksün, her dindar inanmalıdır ki böyle bir birey de ilk yaratılmış olan insanın soyundandır” (16. 8). Aziz Augustinus bunu söyledikten sonra, kitaplarda bildirilen bu garip yaratıkların pek çoğunun aslında bugün doğum yanlışları dediğimiz hallerden kaynaklandığını anlatarak kendisinin bildiği 6 parmaklı insan veya ayakları hilal şeklinde olan ve her birinde yalnızca 2 parmak bulunan ve elleri de bunlara benzeyen bir adam ve benzerlerini anlatıyor. “Bunun gibi bir ırk olsa mutlaka doğa tarihinin harikalarına eklenirdi” diyor. Ebeveynine hiç benzemeyen çocukları da anlattıktan sonra doğada “Normal yol” dediği gelişmeden sapmalar olabileceğini söylüyor.

        Sevgili okuyucularım...

        Burada Hippolu büyük düşünür, çok dindar bir insan olmasına rağmen, doğada gördüklerini (veya görüldüğüne inandıklarını) belli bir değişim (mutasyon) olmadan, yani kendi deyimiyle “normal yoldan” sapmadan açıklamanın imkânsız olduğunu fark etmiştir. Ortaçağın Avrupa için en karanlık dönemlerinde (6.-10. yüzyıllar) bu tür konular bahis konusu bile olmamıştır. Bir sonraki yazımda, o zaman Avrupa ile kıyaslanamayacak kadar aydınlık olan İslam dünyasında ise yaşamın evrimi fikrinin ne kadar detaylı tartışıldığını göreceğiz.

        Hıristiyan Avrupa’da 11. yüzyıl kilise reformunu, 12. yüzyılda ilk rrönesans hareketi izlemiştir. Avrupa’nın ortaçağda yetiştirdiği en önemli doğa bilimcilerden olan Köln’lü Büyük Albert (Albertus Magnus: 1193/1206-1280) ve Hıristiyan dünyasını Aristoteles ile barıştıran Aquina’lı Aziz Thomas (Thomas Aquinas 1225-1274) evrim konusunda Aziz Augustinus’u izlemiş, 14. yüzyılın en önemli Alman bilgini olan Hessen’li Heinrich (yaşlısı: 1325-1397) ise yeni ortaya çıkan hastalıklara ve bunları iyileştirmek için gerekecek olan yeni bitkilere dikkat çekmişti.

        ***********

        EVRİM KARŞITI FİKİRLER NEREDEN TÜREDİ?

        BURADA yazdıklarım, ortaçağda evrim fikriyle ne Hıristiyan âleminde Kutsal Kitap yorumunun, ne de İslam âleminde Kuran’ın yorumunun ciddi bir zıtlaşma içinde olduğunu göstermektedir. Aziz Augustinus’un dediğine göre, yaratılan, nasıl yaratılmış olursa olsun Tanrı’nın yaratığıdır. Pekiyi, diyebilirsiniz ki: “Hıristiyan âleminde karşımıza çıkan ve özellikle Amerikan Protestan kuruluşları tarafından özellikle Turgut Özal zamanında ülkemize ihraç edilmeye başlanan evrim karşıtı fikirler nereden türemiştir?” Bunun cevabı Reformasyon’dadır. 15. yüzyılın ilk çeyreğinde Almanya’da Reform hareketini başlatan Alman papazı Martin Luther (1483-1546), Kutsal Kitap’ın yorumlanmasına karşıydı. Kutsal Kitap, okunarak aynen yani kelimesi kelimesine kabul edilmeliydi.

        Bu Katolik ve Ortodoks kiliseleri ile daha sonra Luther’in hareketiyle ortaya çıkan Protestan kiliseleri (Lutherciler, Kalvinistler, Anglikanlar, vs.) arasındaki en önemli farktır ve bu yüzden Katolik ve Ortodoks dünyasında evrim fikrine karşı çok ciddi bir muhalefet olmamıştır. Üstelik Protestan dünyası başlangıçta Katolik dünyasına nazaran çok daha cahil halk kütlelerini içeriyordu (bu nedenle 14. yüzyıl rönesansı Kuzey Avrupa’da değil, Güney Avrupa’da başlamıştır).

        Luther’in kendisi son derece iyi tahsil görmüş bir ilahiyatçı olmakla beraber doğa bilimleri konusunda bilgisizdi. Onun doğa bilimi düşmanlığı arkadaşı Philipp Melanchthon (1497- 1560) Almanya’da okul işlerini ele alıp okullarda Kutsal Kitap’ın yanına Aristoteles’i koyana kadar onu izleyenlerce de tevarüs edildi. 19. yüzyılda bile Darwin’e karşı en amansız muhalefet İngiltere’de ve Amerika’daki Protestan kiliselerinden yükselmiştir.

        Ancak Anglikan kilisesi 15 Eylül 2008’de nihayet Darwin’e teslim oldu. Katolik kilisesinin bunu çok daha önceden yaptığı ise Science Dergisi’nde hatta haber olduydu (bkz. Holden, C., 1996, The Vatican’s position evolves: Science c. 274, s. 717). Önümüzdeki hafta yaşamın evrimi fikrinin ortaçağda İslam dünyasındaki gelişmesini ele alacağım. Daha sonra da hem Hıristiyan hem de İslam ortaçağında üretilen evrimle ilgili düşüncelerin ve yapılan gözlemlerin bilimselliğini tartışacağız.

        ***********

        DÜNYA SEYAHATLARİNDE BİLİMİ ANLAMAK İÇİN NERELERE GİDELİM?

        Musée des Arts et Métiers

        PARİS’in kalbindeki bu muhteşem müze, bir bilim ve teknoloji tarihi müzesidir. Adeta Münih’teki Deutsches Museum’un Paris’teki kardeşidir. Burada modern kimyanın kurucusu Lavoisier’nin laboratuvarının baştan kurulmuş bir şeklini de görmeniz mümkündür.

        - Adres:

        Cnam - 3MAM01

        292 rue Saint-Martin, 75141 Paris Cedex 03 - France

        Telefonlar:

        - Santral : +33 (0)1 53 01 82 00 Fax : +33 (0)1 53 01 82 01

        - Kişisel ve okul grupları rezervasyonları: +33 (0)1 53 01 82 75

        - Kültürel grup rezervasyonları: +33 (0)8 25 05 44 05

        - Açık olduğu saatler:

        Salı-Çarşamba: 10.00-18.00

        Perşembe: 10.00-21.30

        Cuma-Pazar: 10.00-18.00

        Diğer Yazılar