Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        MUHTEREM okuyucularım...

        Geçen hafta sizlere Sir Charles Lyell’in ölümsüz eseri “Jeolojinin İlkeleri” ile dünyamızın tekdüze evrimi fikrinin jeolojide yerleştiğini ve bunun dünyamızın tarihinin çok ama çok uzun bir geçmişi kucaklıyor olduğunu bilim dünyasına kabul ettirdiğini anlatmıştım. Bu haftaki yazımın amacı bu olayın yaşam bilimleri, yani biyoloji üzerindeki etkisini tartışmaktır.

        EVRİM YENİ BİR FİKİR DEĞİLDİR

        Daha önceki yazılarımda da zaman zaman ifade ettiğim gibi, dünyamızın tarihinde yaşamın değiştiği, yani bazı türlerin yok olup bazılarının yeni ortaya çıktığı fikri çok ama çok eskidir ve bilebildiğimiz kadarıyla bilimsel bir çerçevede ilk defa Anadolulu büyük doğa bilimci Anaksimandros tarafından MÖ 6. yüzyılın sonu veya 5. yüzyılın başında dile getirilmiştir. Benzer fikirler Ortaçağ’da hem Hıristiyan hem de Müslüman dünyasında zaman zaman ortaya atılmış ve tartışmalar 19. yüzyıl ortalarına kadar uzanmıştır.

        Dünyanın tarihi boyunca yaşamın değiştiği konusunda 19. yüzyıl başına gelindiğinde bilim dünyasında hiçbir şüphe kalmamıştı. Sorun, bu değişimin nasıl gerçekleştiğiydi. 19. yüzyıl başında Lamarck’ın bireyin yaşamı boyunca edindiği özelliklerin yavrulara geçtiği ve bu suretle değişimin olduğu varsayımı gözlemle desteklenememişti. Dolayısıyla Lamarck, Geoffroy Saint-Hilaire (1772-1844), hatta Goethe gibi yazarların açtıkları tartışmalardan olumlu bir sonuç alınamamıştı.

        İşte bu ortamda iki bilim insanı, Charles Darwin (1809-1882) ve Alfred Russell Wallace (1823-1913), Güney Amerika ve Pasifik Okyanusu adalarında ve Güneydoğu Asya’da yaptıkları gözlemleri yepyeni bir görüş çerçevesinde yorumlayarak evrim kuramının modern safhasını başlattılar.

        DARWIN

        Charles Darwin zengin bir taşra doktorunun oğluydu, ama pek çok dâhi gibi okul yaşamında başarılı olamamıştı. Cambridge’de hocası John Stevens Henslow (1796-1861) ona yakında dünya çevresinde bir araştırma gezisine katılacak olan Beagle gemisine katılma tavsiyesinde bulundu. Darwin bu gezide önce Güney Amerika’da bulduğu fosillerle bugün orada yaşayan Güney Amerika devekuşu (Rhea americana), armadillo (Dasypus ve akrabaları) ve tembel hayvan (Bradypus ve akrabaları) gibi hayvanları karşılaştırınca bunların birbirlerine çok benzer olduklarını ama aralarında önemli farklılıklar da gösterdiklerini fark etti.

        İlk defa defterine türlerin herhalde zaman içinde değişmiş olduklarını yazdı. Galapagos Adaları’nda ise pek çok ispinoz kuşu topladı. Bunların her birinin ayrı bir tür olduğunu ise ancak İngiltere’ye vardıktan sonra ona oradaki uzmanlar söylediler. Darwin hayretler içinde kalmıştı. Bu kuşların hepsi Güney Amerika’da benzer bir ispinoza benziyorlardı ve büyük bir ihtimalle de ondan türemişlerdi. Bu nasıl olmuş olabilirdi?

        Darwin önce hayvan ıslahçılarını düşündü ve onlarla mektuplaşmaya başladı. Bu adamlar belirli hayvan ırklarını nasıl türetiyorlardı? Bu mektuplaşmalar sonucunda işin sırrının seçmede olduğunu anladı. Hayvan ıslahçıları istedikleri özellikleri gösteren hayvanları seçip sadece onları çiftleştirerek yeni ırklar oluşturuyorlardı. Yeni ırk oluşumu da tür oluşumunun ilk safhasıydı. Bu fikirlerle boğuşurken Darwin iktisatçı Thomas Robert Malthus’un (1766-1834) meşhur eseri “Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme” yi okudu. Bu eserinde Malthus, insanların geometrik bir şekilde arttıklarını (yani 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256...) buna mukabil yiyecek miktarının sadece aritmetik olarak çoğalabileceğini (yani 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8...) göstermişti.

        Yani nüfus artışı, kontrolsüz bir şekilde olduğu takdirde sürdürülebilir olamazdı ve eninde sonunda bireyler arasında yiyecek için bir çatışmanın çıkması kaçınılmazdı. Darwin bunun doğada bireyler arasında bir mücadeleye yol açacağını, bu mücadelede de tesadüfen daha iyi özellikler geliştirebilmiş bireylerin kazanacağını, sadece onların yavrularının yaşam hakkı olabileceğini anladı. Bu şekilde bir hayvan topluluğunda nüfusun karakter değiştirmesi, yani evrilmesi, kaçınılmaz olacaktı.

        İşte bu mekanizmaya bugün doğal seçme diyoruz. İnsan toplumu içinde hayvan ıslahçılarının suni seçmeyle kısa sürede yaptıklarını, tabiat doğal seçmeyle uzun sürelerde yapıyordu ki bu uzun sürenin de mümkün olduğunu Lyell göstermişti. Darwin bu önemli buluşunu arkadaşları Charles Lyell ve Joseph Hooker’a söyledi; bir mektupla da Amerikalı meşhur botanikçi Asa Grey’e bildirdi, ama bu dostlarının tüm ısrarlarına rağmen yayımlamadı. Toplumun tepkisinden çekiniyor, bilim dünyasını tam ikna edecek delilleri toplamaya devam etmesi gerektiğini söylüyordu.

        WALLACE

        Darwin’in tersine Wallace fakir bir ailenin çocuğu idi ve tahsiline 13 yaşından sonra devam edememiş, kendini yetiştirmişti. Yaşamını tropik bölgelerde hayvan örnekleri toplayıp bunları müzelere ve meraklı zenginlere satarak kazanıyordu. Güneydoğu Asya’daki Malay Takımadaları’nda (bugünkü Endonezya) çalışırken buradaki tür zenginliği ve türlerin belirli adalara has olduklarının gözlenmesi dikkatini çekmişti. O da aynen Darwin gibi Malthus’un eserini okumuştu.

        Bir gün Halmahera Adası’nda sıtmadan ateşler içinde yatarken aklına Malthus’un kitabı geldi ve o da Darwin gibi, evrimin doğal seçmeyle olabileceğini düşündü. Bu düşüncesini sıtma nöbeti geçer geçmez bir makale haline getirerek daha önceden mektuplaşmaya başladığı Darwin’e yolladı ve eğer beğenirse Lyell’e de göstermesini rica etti.

        Wallace’ın mektubunu alan Darwin yıkılmıştı. Çok önem verdiği kendi kuramını bir başkası da bulmuştu. Durumu Lyell ve Hooker’a bildirdi ve Wallace’ın mektubunun yayımlanması gerektiğini söyledi. Ancak gerek Lyell gerekse de Hooker, bu fikri Darwin’in Wallace’ın mektubunun gelmesinden 16 sene önce bulduğunu biliyorlardı. Bir haksızlığı önlemek için ortak bir yayın yapılmasını teklif ettiler.

        ORTAK TEBLİĞ VE MAKALE

        Dolayısıyla 1858 senesinin 1 Temmuz’unda Londra’daki Linné Derneği’nin toplantısına Darwin ve Wallace’ın ortak yazarlığında “On the Tendency of Species to form Varieties; and on the Perpetuation of Varieties and Species by Natural Means of Selection” (Türlerin Çeşitlenme Konusundaki Doğal Eğilimleri ve Çeşitlerin ve Türlerin Sürekliliklerinin Doğal Seçme Yoluyla Sağlanması Üzerine) başlıklı tarihi tebliğ sunuldu.

        Kızıldan yeni ölmüş olan çocuğunun cenazesinde olduğundan Darwin bu sunuma katılamamıştı. Zaten Wallace da Güneydoğu Asya’daydı. Tebliğ ortak yazarlı bir makale olarak Linné Derneği dergisinde 20 Ağustos 1858’de yayımlandı. Tebliğ başlangıçta büyük bir heyecan uyandırmadı; ta ki bir yıl sonra Darwin yirmi küsur yıldır topladığı verileri meşhur kitabında derleyene kadar. “Türlerin Kökeni” adlı eser bilim dünyasında bir bomba etkisi yaptı. Büyük jeolog Eduard Suess (1831-1914) Darwin’in eserini Kopernik’in kitabıyla karşılaştırmış, insanlığa yepyeni ufuklar açtığını yazmıştır.

        ‘TÜRLERİN KÖKENİ’NDE TÜRLERİN KÖKENİ YOK

        Ancak Darwin yaşamı boyu yeni türleri neyin ortaya çıkardığını bulamamıştır. Yani “Türlerin Kökeni” adlı eserinde türlerin kökeninin ne olduğu açıklığa kavuşmamıştır. Bir değişiklik bir kere olduktan sonra onun egemen hale gelmesini doğal seçmenin sağladığı çok ama çok önemli bir buluştu ve Darwin ile Wallace’ın buluşu ve Darwin’in kitabının konusu da buydu. Ama bu buluş ne değişikliğin nasıl olduğunu, ne de ebeveynden yavruya nasıl geçtiğini açıklıyordu.

        Bu iki açıklama Darwin’in eserinin yayımlanmasından sonra biri Avusturyalı, diğeri Hollandalı iki büyük bilim adamının eseridir. Bunlardan birincisi Brünn şehrinde oturan (bugünkü Çek Cumhuriyeti sınırları içindeki Brno) Gregor Mendel’in (1822-1884) bezelyelerle yaptığı deneylerde elde ettiği genetik kurallardır. Mendel hangi şartlarda hangi karakterlerin ebeveynden yavruya hangi ölçülerde geçeceğini tespit etmiş ve bunun nesillere nasıl dağıldığını göstermiştir.

        İkinci önemli buluş Amsterdam Üniversitesi botanik profesörü Hugo de Vries’e (1848-1935) aittir. De Vries, Mendel’den tamamen bağımsız olarak onun genetik kurallarını baştan keşfetmiş, fakat daha da önemlisi canlılardaki değişikliklerin kendisinin “pangen” adını verdiği temel yapıtaşlarında olan tesadüfî bozulmalarla ortaya çıktığını ispat etmiştir. Bu bozulmalara de Vries “mutasyon” adını vermişti. Bugün bu bozulmaların genleri oluşturan (“gen” terimi Danimarkalı botanikçi Wilhelm Johannsen’indir: 1857-1927) DNA ve RNA dizilerinde çok çeşitli nedenlerle (örneğin radyasyon etkisi) oluşan değişiklikler sonucunda meydana geldiğini biliyoruz.

        Günümüzün modern evrim kuramı dolayısıyla üçlü bir sacayağına oturur: Darwin-Wallace doğal seçme kuramı/Mendel genetiği/ Vries mutasyonları. Bu üç kuramı kendi çatısı altında toplayan ve geliştiren temel evrim teorisine biyologlar “modern sentez” adını vermişlerdir. Darwin-Walace kuramı modern evrim kuramının sadece bir bölümünü oluşturduğu halde, onların keşfinin evrimin anlaşılmasına ve modern evrim kuramının doğuşuna en büyük katkıyı yaptığı kuşkusuzdur.

        ***********

        DÜNYA SEYAHATLERİNDE BİLİMİ ANLAMAK İÇİN NERELERE GİDELİM?

        DARWIN’İN EVİ: DOWN HOUSE

        DARWIN Ailesi’nin 1842’den 1896’ya, yani Darwin’in eşi Emma’nın ölümüne kadarki yuvası olan Down House bugün bir Darwin Müzesi haline getirilmiştir. Londra’nın hemen dışındaki bu müze her gün saat 10.00 ile 18.00 arası açıktır. Yetişkinlerin bilet fiyatı 12 sterlin, çocuklarınki ise 7.20 sterlindir. 2 yetişkin ve 3 çocuktan oluşan bir aile için fiyat ise 31.20 sterlindir.

        Adres: Luxted Road, Downe, Kent, BR6 7JT

        Londra’dan kolayca ulaşılabilecek olan bu müze içinde Darwin’in çalışma odası, dışında da serası ve deney yaptığı bahçesi gezilebilir.

        Diğer Yazılar